20 Eylül 2008 Cumartesi

Hayat çetele tutmak değildir...


Hayat;
Seni kaç kişinin aradığı, kiminle çıktığın, çıkıyor olduğun veya çıkacağın demek de değildir.
Kimi öptüğün, hangi sporu yaptığın, kimlerin seni sevdiği de değildir.
Hayat, ayakkabıların, saçın, derinin rengi de değildir.
Nerede yaşadığın veya hangi okula gittiğin de değildir.
Aslında hayat; notlar, para, giysiler, girmeyi başardığın ya da başaramadığın okullar da değildir.
Hayat;
Kimi sevdiğin ve kimi incittiğindir.
Kendin için neler hissettiğindir.
Güven, mutluluk, şefkattir.
Arkadaşlarına destek olmak ve nefretin yerine sevgiyi koymaktır.
Hayat;
Kıskançlığı yenmek, önemsemeyi öğrenmek ve güven geliştirmektir.
Ne dediğin ve ne demek istediğindir.
İnsanların sahip olduklarını değil, kendilerini olduğu gibi görmektir.
Her şeyden önemlisi hayatı, başkalarının hayatını olumlu yönde etkilemek için kullanmayı seçmektir.
İşte hayat bu seçimden ibarettir.
İnsanların en acizi dost edinemeyen,
ondan daha acizi ise dost kaybedendir.

Charles Eguone

Arkadaş dökümü

Evvela dişlerimiz döküldü
Sonra saçlarımız 

Arkasından birer birer arkadaşlarımız
Şu canım dünyanın orta yerinde
Yalnız başına yapayalnız
Kırılmış kolumuz, kanadımız
Tatlı canımızdan usanmışız
Bir şüphedir sarmış yüreğimizi
Ya kendini aldatıyor demişiz ya bizi
Bir şüphedir demir atmış ciğerimize
Pamuk ipliği ile bağlamışlar bizi 
 
Düğüm üstüne düğüm şöyle dursun
Bir çalım bir kurum hepimizde
Nereden inceyse oradan kopsun
Bu canım dünyanın orta yerinde
Hayvanlar kadar bağlanamamışız birbirimize
 
Yalan mı? Gözünü sevdiğim karıncalar
İşte: Hamsiler sürü sürü
Arılar bölük bölük geçer
Leylekler tabur tabur
 
Ya bizler? Eşref-i mahlukat! ..
Boğazımıza kadar kendi murdar karanlığımıza gömülmüşüz 
 
Bizler bölük bölük, bizler tabur tabur
Bizler sürü sepet
Yalnız birbirimizi öldürmüşüz
Bedri Rahmi EYÜBOĞLU 
 

Cam Süsleme (Vitray Teknikleri)



 
Cam süsleme sanatında uygulanan 5 teknik var:


Mozaik vitray: Mozaik vitrayın yapımı için gerekli olan malzemeler; beyaz cam materyalleri, transparan cam vitray boyası, siyah cam vitray boyası, fırça, siyah kontur, 40*30* mat cam
40*30 ebatlarında olan camın mat tarafına siyah konturla eskiz çizilir, çizilen eskizin içi fırça yardımı ile transparan cam vitray boyası ile boyanır. Boyanan bölgelere camlar serpiştirilir ve kurumaya bırakılır. Kuruduktan sonra eskiz siyah cam vitray boyasıyla boyanır. Bir süre daha kuruduktan sonra çerçeve yapılır. 



Macunlu vitray: Macunlu vitrayın yapımı için gerekli olan malzemeler; yapılacak yerin ebadı kadar cam alınır, selülozik vernik, selülozik tiner, renkli camlar, elmas, macun, ispirtolu kalem, pense ve silikon Öncelikle eskiz çizilir ve renklendirilir. Eskiz camın altına yerleştirilir. Rengine göre cam alınır, eskizin üzerinde çizilir, sonra elmas yardımı ile cam çizilen yerden kesilir. Fazla parçalar pense ile alınır ve kesilen cam yerine koyulur. Bütün parçalar bu şekilde kesildikten sonra renkli camlar selülozik vernikle camdaki yerlerine yapıştırılır. Bu işlem de bittikten sonra camların araları macun ile doldurulur. Macun kuruduktan sonra selülozik tinerle silinir. Biten cam yapılan yere silikonla yapıştırılır. Renkli camlar bu iki camın arasında kalır.
Kurşunlu vitray: Kurşunlu vitrayın yapımı için gerekli olan malzemeler; renkli camlar, elmas, ispirtolu kalem, pense, havya, kurşun, pamuk, lehim, selülozik tiner Öncelikle eskiz çizilir ve renklendirilir. Çizilen eskiz masa üstünde sabitleştirilir, bir köşesi iki kurşunla havya yardımı ile lehim yapılır.

 


Rengine göre camlar alınır, eskizin üzerinde çizilir, sonra elmas yardımı ile cam çizilen yerden 1,5 mm dıştan kesilir. Fazla parçalar pense ile alınır ve cam kurşuna yerleştirilir. Açıkta kalan kısmı da kurşunla birleştirilip lehim yapılır. Lehim yapılan yer pamuk yardımıyla silinir. İşlem bu şekilde devam eder. Biten cam selülozik tinerle silinir ve yapılan yere yapıştırılır.

Boyalı vitray: Boyalı vitray için gerekli olan malzemeler; cam vitray boyaları, fırça, kontur Eskiz çizilir ve renklendirilir. Eskiz camın altına yerleştirilir ve kontur ile çizilir. Daha sonra oluşturulan renkler boyanır ve işlem biter. Boyalı vitrayın başka bir tekniği de var. Yukarıdaki malzemeler aynen kullanılıyor. Ancak cam vitray boyası yerine fuxy cam vitray boyası ve leitz (şeffaf dosya)... Eskiz çizilir ve renklendirilir. Çizilen eskizin üzerine leitz yerleştirilir. Konturla eskiz üzerinden geçilir. Kuruduktan sonra fuxy boya ile renklendirilir. 4-5 saat kuruduktan sonra eskiz leitz üzerinden çıkartılır. İstenilen yere yapıştırılır.

Tifani: Tifani'nin yapımı için gerekli olan malzemeler; renkli camlar, elmas, ispirtolu kalem, pense, havya, bakır folyo, lehim Eskiz çizilir ve renklendirilir. Çizilen eskiz sabitleştirilir. Rengine göre camlar alınır, eskizin üzerinde çizilir, sonra elmas yardımıyla cam çizilen yerden kesilir. Fazla parçalar pense ile alınır. Camın kenarları bakır folyo ile kaplanır. Bütün parçalar bittikten sonra camlar birbirine havya yardımıyla lehimlenir. Biten cam yapılan yere yapıştırılır.

Dost...Kelimesini İsraf Etmemeniz Dileği İle

Yüz yüze dostluklar vardır.
Güneşle ayçiçeğinin dostluğu,böyle bir dostluktur mesela.
Ayçiçeği sabahtan
akşama kadar hiç ayıramaz yüzünü güneşten...
Dost...Kelimesini İsraf Etmemeniz Dileği İle
Uzak dostluklar vardır.
Denizlerin ortasındaki bir adayla,dağların arasındaki bir göl,
Birbirlerinin uzak dostlarıdır.
Dost...Kelimesini İsraf Etmemeniz Dileği İle
Dostluklarını gündüz kuşlarla,gece
Yıldızlarla iletirler birbirlerine...
Dost...Kelimesini İsraf Etmemeniz Dileği İle
Sessiz dostluklar vardır.
Dilsiz bir adamla,duymayan bir başka adamın elleri arasında
sessiz birdostluk oluşur.
Her şeyden konuşur sessizce bu eller...
Dost...Kelimesini İsraf Etmemeniz Dileği İle
Zorunlu dostluklar vardır.
Pazarla pazartesinin dostluğu gibi. Pazar ağır bir gündür,
Pazartesi hızlı bir gün...Ayak uyduramazlar birbirlerine.
Dost...Kelimesini İsraf Etmemeniz Dileği İle
Ama dost olmak, yan yana durmak zorundadırlar...
Uzun dostluklar vardır.
İkindi güneşinin altında uzayan gölgeler birbirlerine kavuşurlar
ve uzun boylu bir dostluk oluşur aralarında...
Dost...Kelimesini İsraf Etmemeniz Dileği İle
Günün birinde ölen dostluklar vardır.
Bir bahçe içindeki ahşap ev ile yanı başında duran ceviz ağacının
dostluğu gibi...
Bir gün kocaman elli adamlar ve kocaman gövdeli
makineler o bahçeye girip de,bir süre sonra evin ve ceviz ağacının
yerinde asık suratlı binalar yükseldiği zaman ölen dostluklar...
Dost...Kelimesini İsraf Etmemeniz Dileği İle
Vakitsiz dostluklar vardır.
Bir peçete,bir kağıt mendil vakitsizce dostu oluverir gözlerimizin...
Ya da ayrılırken verilen bir dal karanfil ellerimize
o anda gelen dostluktur...
Dost...Kelimesini İsraf Etmemeniz Dileği İle
Bakımsız dostluklar vardır bir de...
Zaten var,zaten dostuz deyip yıllarca bir telefonun,bir kaç
cümlelik mektubun bile çok görüldüğü dostluklar ...


HERKES İÇİN BİRAZ MUTLULUK

Lütfen sabırla okuyun
sonra derin bir nefes alın ve arkanıza yaslanın...
Buyrun.........

Jerry, çevresindekilerin çok sevdiği insanlardan biriydi.
Keyfi her zaman yerindeydi.Her zaman söyleyecek olumlu bir şey bulurdu.
Hatta bazen etrafındakileri çıldırtırdı bile.Bu adam, bu halde bile nasıl iyimser olabiliyor?
Birisi nasıl olduğunu sorsa;
"Bomba gibiyim" diye yanıt verirdi hep..
"Bomba gibiyim." Jerry bir doğal motivasyoncuydu...
Yanında çalışanlardan biri, o gün, kötü bir günündeyse,Jerry yanına koşar,duruma nasıl olumlu bakılacağını anlatırdı.
Bu tarzı fena halde düşündürüyordu beni...
Bir gün Jerry'ye gittim.
Anlayamıyorum dedim..Nasıl olur da, her zaman,her koşulda bu kadar olumlu
bir insan olabiliyorsun...Nasıl başarıyorsun bunu?
Her sabah kalktığımda kendi kendime Jerry bugün iki seçimin var:
Havan ya iyi olacak,ya kötü.. derim. Havamın iyi olmasını seçerim
Kötü bir şey olduğunda gene İki seçimim var: Kurban olmak,
ya da ders almak.
Ben başıma gelen kötü şeylerden ders almayı seçerim. Birisi bana bir şeyden şikayete geldiğinde,gene iki seçimim var..
Şikayetini kabul etmek ya da ona hayatın olumlu yanlarını göstermek.

Ben hayatın olumlu yanlarını seçerim.
Yok yahu, diye protesto ettim. Bu kadar kolay yani?
Evet..
Kolay dedi Jerry..
Hayat seçimlerden ibarettir.
Her durumda bir seçim vardır.
Sen her durumda nasıl davranacağını seçersin.Sen insanların senin tavrından nasıl
etkileneceklerini seçersin. Sen havanın, tavrının iyi ya da kötü olmasını seçersin...
Yani sen, hayatını nasıl yaşayacağını seçersin!..
Jerry'nin sözleri beni oldukça etkiledi.
Onu, uzun yıllar görmedim.
Ama, hayatımdaki talihsiz olaylara dövünmek yerine, seçim yapmayı tercih ettiğimde
hep onu hatırladım.
Yıllar sonra, Jerry'nin başına çok tatsız bir şey geldi.
Soygun için gelen hırsızlar, paniğe kapılıp,Jerry'yi delik deşik etmişler...
Ameliyatı 18 saat sürmüş,haftalarca yoğun bakımda kalmış.
Taburcu edildiğinde,kurşunların bazıları hala vücudundaymış.
Ben onu, olaydan altı ay sonra gördüm.
Nasılsın? diye sorduğumda,
Bomba gibiyim dedi.Bomba gibi.
Olay sırasında neler hissettin Jerry dedim.
Yerde yatarken, iki seçimim var diye düşündüm..
Ya yaşamayı seçecektim, ya ölümü..
Ben yaşamayı seçtim.
Korkmadın mı, şuurunu kaybetmedin mi !..
Ambülansla gelen sağlık görevlileri harika insanlardı.Bana hep İyileşeceksin merak etme dediler.
Ama acil servisin koridorlarında sedyemi hızla sürerlerken, doktorların ve hemşirelerin yüzündeki ifadeyi görünce ilk defa korktum.
Bu gözler bana; Bana adam ölmüş diyordu. Bir şeyler yapmazsam,biraz sonra ölü bir adam olacaktım gerçekten..
Ne yaptın? diye merakla sordum..
Kocaman bir hemşire yanıma yaklaştı ve bağırarakherhangi bir şeye alerjim olup olmadığını sordu..
Evet diye yanıt verdim..Var..Doktorlar ve hemşireler merakla sustular..
Derin bir nefes alarak kendimi toparladım ve bağırdım:
Benim kurşunlara alerjim var !..Doktorlar ve hemşireler gülmeye başladılar.

Tekrar bağırdım..
Ben yaşamayı seçtim.
Beni bir canlı gibi ameliyat edin.Otopsi yapar gibi değil..
Jerry, sadece doktorların büyük ustalıkları sayesinde değil, kendi olumlu tavrının büyükkatkısı ile yaşadı.

Yaşaması bana yeni ders oldu.
Her gün, hayatımızı dolu dolu yaşamayı seçme şansımız ve hakkımız olduğunu
ondan öğrendim..
Ve her şeyin kendi seçimimize bağlı olduğunu..
Şimdi iki seçiminiz var:
1. Unutup gitmek.
2. Saklamak ve dostlarınıza dağıtmak..
Ben, ikincisini seçip bunu sizlerle paylaşmayı tercih ettim.

Yasamin kiyisindan ortasina..kosarken renkleri gorebilmek..




Hayatimiz da olup bitenler kelimelere dokuldukce muhurlenir gibi...kolayca betimleriz ozelliklede..olumsuz buldugumuz seyleri.. kucucuk dunyamiz vardir aslinda... birisi sorsa kimsin nesin..ne yersin ne seversin..ne yasadin nerde yasarsin..cabucacik anlativeririz.. asklarimizi cocuklugumuzu..dostlarimizi insanlarimizi.. yasanmisligimizi nefessiz hangi renklerle uygun gorduysek..emin olduklarimiz vardir..renklerini net gorebildiklerimiz..
Bitmez gibidir omur suremiz.. yıllarca verilen yasam ugrasilari telasi arasinda..tutunma cabalarimiz ..sonunda farkederiz..kum saati gibi akip gitmekte.. panikleriz..bir gecede bir kac gunde.. kitleniriz.. renkler unutulur yasam kaybolur..tum omur beynimiz de bir hapishaneye mahkum olur..

Oysa az kalan kum taneleri yasamin tum renklerini gormeye yetmese de hala akiyordur....

Sasiyorum yasamin tek anlamini ; tek bir renkte bulan yoksa da tum renkler solmus gibi davranan dusuncelere..

Varolma nedenimi aramiyorum... merak hic etmiyorum.. Nerden geldik? Nasil olduk ? Ne diye variz.? ..gectim bu irdelemeleri...camurdan, topraktan, bocekten, sudan her nerden varolduk ise...yasiyoruz iste...:)

Ustelik bahsedilen sonsuz yasamli bir yaraticinin gozunde ...bir kelebek omrunden bile az sureyle..


Sadece hayatta nefes alirken ...tum cigerlerim, tum ruhum, beynim dolsun istiyorum...Oyleki yasami derinlemesine hissedebileyim..doyum noktasina gelene kadar..

En cok dogada bu duyguyla tanisik olmusumtur.. Sistemin curuklugu karsisinda savas acan ve bilgi adina ruhumu beynimi kirleten yada soyutlayan, farklilasan degilim... ana rahminde olmak gibi derim.. doganin ortasinda bir yerlerde.. arinirken ..sifirlanip...belkide bir anka kusu gibi yeniden varolurum..

Gozlerim, ruhum, bedenimin her noktasiyla... yasamda dokunabilecegim... koklayabilecegim hissedebilecegim... keyif veren ne kadar deger varsa yasamak istiyorum..Iste boylesi bir coskuyla hayata kosuyorum... Gunesi seviyorum...hemde cilginlar gibi :) ...gercekten o kadar cok seviyorum ki...... onu gordugumde pozitif bir enerji sicacik bir yasam hissediyorum..kisida seviyorum..bana gunesi ozlettigi icin..;)

Insanlari seviyorum...cinsiyetsiz saf bir zihinde hissetmeye calisiyorum...sarilarak yalniz olmadigini bilmek..sevginin derin guveni.....yasanmislik deneyimleriyle konusmalar ve sohbetler...yardimlasma ..ile de cogalmalar ...sınırsız sonsuz ..ureten..bir zenginlik.. insan..


Bencilce bir yandan yasarken ...

Etrafimda aci ceken uzuntu veren bir olgu ile karsilastigimda kacmakla degil...

Kendime teselli olsun diye de degil...

Cok kutsal bir duygu ile yogunlasip yasama arzusu icindeyken... baska canlar icin canimdan vazgecebilmeyide biliyorum..

Oyle cok sey var ki yasanisi ...oyle cok sey varki tadilasi....ustelik hic zor degil ...hemde hic degiiiiil ...

Basit sade.. bir algilama ve uygulama ile cozebiliriz...yasami mutlulugu...

Hayat tam anlamiyla kendini gosteriyor bize... hic utanmadi ve hic saklanmadi..

Belkide sadece bakmak degil..gercekten..gormeyi bilmeliyiz...ve hissetmeyi bilmeliyiz...

Ayni zamanda unutmamaliyiz...zaman zaman kiyisinda kosesinde..kalsakta ..

Korlesmeden ve nasirlasmadan..bedenimiz ruhumuz.......

Nedensiz anlamsiz bos yere, yok olup bitmeden..tukenmeden.. omrumuz.....

Hareket etmeliyiz..biraz cesaret ,biraz gayretle goze alarak bedelleri...

Gitmeliyiz yasamin ortasina..


Asude SALLI

Yalan sevgi işte

Gittiğinde arta kalan hesaplar sevgimiz..
Kalemi de aldım elime.
bakışlarınıda karışmda gözlerime.

titreyerek çizdiğim pastellerde gizledim seni bu gece.

her çizikte bir nefret yükledim..

habersiz gidişlerine.

benim yakarışlarıma.

her karalamada bir gülümseme yükledim resmime.

nefret te etmemek için kendimden,
benliğimden..


silgimi hep sakladım.

belki gelip sen silersin çizgileri.

sebeplerini karalamalarıma yüklersin diye...

Ruhunun gerçeklerinde sevesin diye..

Ama nerde..

ben silgimi sakladıkça bırak pastelleri.

benide çizmeye başladın ..

dikenli tellerinde..

batırdığın her yerde sen diye haykırdığımda ilerleyen bir tel.

Oda güzel aslında..

Yaşamak ve acımak..kalbinde acımak..

ger iplerini bağlarımın..as kalbimi uzaklara.

batır dikenli tellerini , çiz bakalım tüm sevgini.

anlayışınıda sevdim ben senin..acıtsada..

Mükemmellik andı

Ben dünyaya geldiğim genetik yapıyla yaşamımı oluşturan tüm deneyimlerin bir toplamıyım.
Bu deneyimlerimin bazıları iyi , bazıları kötü , ama hepsi benimdi.
Şu anda , olmayı hakettiğim kişiyim.
Yaşamım , konumum ve çevrem olan etkim , yaptığım seçimlerin bir yansımasıdır.
Eğer tümüyle olabileceğim kişi değilsem , bu , daha yükseğe ulaşmayı seçmediğim içindir.
Değiştiremeyeceğim geçmişte yaşamamaya ya da garantileyemeyeceğim geleceği bekleyerek zaman yitirmemeye
ve - tüm sahip olduğum şey olan - ŞİMDİ'nin gerçekliğinde yaşamaya kararlıyım.
Her şeyi beceremeyebilirim , ama bazı şeyleri yapabilirim.
Elbette herşeyi iyi yapamayabilirim , ama bazı şeyleri pekala iyi becerebilirim.
Kazanacağımı garanti edemem , ama şunun için söz verebilirim :
Kaybetmenin yaşamımda bir alışkanlık haline gelmesine izin vermeyeceğim ve eğer kaybedersem , bu , yürekliliğimi kaybetmek anlamına gelmeyecek.
Böylece yaşamı dimdik ve yüreklilikle karşılayacak , onu tüm benliğimle duyumsayacak ,
büyük düşünecek ve tüm varlığımla çabalayacağım.
Başaracaklarım belki insanlık tarihinin yönünü değiştirmeyecek , ama girişimlerim kendi yazgımı değiştirecek.
Kendimi bu sözü gerçeğe dönüştürmeye adıyorum.
John COMPERE

Aşkın sen hali

 

Bir aşkın hikâyesi... Üstelik aşkın en tutkulu, en ele avuca sığmaz haliyle, "sen" haliyle yazılmış bir hikâye. Yanı başımızdan her gün geçen hikâyelerden biri. Karşı masanızda oturan kız Bahar'a ne kadar da benziyor. Öğle yemeklerinde her gün karşılaştığınız çocuk sanki Naim. Aşk da aşksızlık da bizi birbirimize benzetmiyor mu zaten? Rahat okunan bir dil ve sürükleyici bir kurgu, tıpkı aşktaki gibi hazırlıksız yakalanacağınız bir son...

 



Cem Yılmaz Turan 1976'da Ankara'da doğdu. Şiir, deneme ve mizah öyküleri çeşitli edebiyat dergilerinde yer alan yazarın ilk romanı "Gelecekteki Hatıralar Denklemi" 2005 yılında yayımlandı. Hayatın yıkıcılığı karşısında kendi iç dünyalarına sığınan sıradan insanların hikâyesini, komik ve hüzünlü bir dille yazmayı tercih ediyor.

"Aşk daracık bir kapıdır; içinden geçerken mutlaka bir yerlerin incinir!"
Cem Yılmaz Turan'ın Doğan kitaptan yayınlanan yeni romanı, Aşkın Sen Hali platonik aşkın büyülü dünyasına konuk ediyor okurlarını.

Sevdiği kıza kalbini açamayan, yazdığı aşk mektuplarını vermeye cesaret edemeyen ürkek Naim'in mütevazı hayatı, Orhan Kanvel'le tanışmasıyla değişiyor. Çalıştığı holdingin sahibi olan genç mirasyedi, ülkenin en ünlü playboylarından biridir. Hiçbir kadına aşık olamayan Orhan, kendini bütün dünyadan farklı bir yöne giden lanetli bir ucube gibi hissetmektedir.

Aşkın ve yaşamın ayrı yakalarındaki bu iki insanın alışılmadık biçimde gelişen dostluğu, güzel psikiyatr Eylül'ün gizemli bir ruh hastasını yakalamak için Amerika'dan gelmesiyle daha da yoğun ve karmaşık bir hal alır...

Her bölümün bir aşk aforizmasıyla açıldığı romanda, kahramanlar bir yandan kendileri ve geçmişlerindeki sırlarla yüzleşirken bir yandan da ihanetin gölgesinde "aşk nedir' sorusuna yanıt arıyorlar…

Roman, insan ruhunu acıdan arındırmayı hedefleyen literatür dışı bir psikiyatri deneyinin derinleştirdiği entrikalar ve şiddetli bir çarpışmayla sürpriz bir sona ulaşırken anladığınızı sandığınız dünyaların kırılgan yüzleriyle karşılaşıyor, platonik bir aşk hikayesinden de bir polisiye roman hazzı alınabileceğine tanık oluyorsunuz.

Renkli karakterleri ile kimi zaman gülümseyip kimi zaman kederlendiğiniz, sımsıcak anlatımı ile aşkın müziğini işittiğiniz, umulmadık finaliyle belleğinizde duygulu izler bırakan, şimdiye dek okuduğunuz en dokunaklı aşk öykülerinden biri Aşkın Sen Hali.

Kitaptan:
"Gereğinden fazla söz söyleniyordu. Gereğinden fazla sesli. Kelime trenleri bütün gücüyle çarpıyordu birbirine. Çünkü aldatmak her cümlede gizli özne.
Ne eniştemin çalıştığı galeriye gelen eczacı kadının baştan çıkarıcılığı, ne de eniştemin o baştan çıkarıcılığa direnemeyen dışlanmış bir koca olması, Sebeplerin hiç bir anlamı yoktu. Aldatmanın nedeni, niçini, nasılı azaltmıyordu acısını.
Aldatmak kendinden önceki bütün açıklamaları siliyordu. Nasıl olduğu, niye olduğu, nerede olduğu hiç bir cevap, hiçbir gerekçe iyileştiremezdi ki ruhundaki dayak izlerini...
Gerçek, makul mazeretlerden ötede bütün yıkıcılığıyla dikiliyordu: Eşlerden biri kendi dünyasının kontrollü coğrafyasından firar edip,ait olmadığı bir karanlıkta günaha yuvarlanırken, diğeri gündelik işine gömülmüş alışılmışlığın sınırları içinde yaşıyordu, mesela çamaşırları makineden çıkarıyordu...

Savunma gücü yoktu. Engelleme hakkı yoktu. Durumu değiştirme şansı yoktu. Çünkü o, o sırada ant içtikleri yaşamın bekası için bir şeyler yapıyordu: Çamaşırları asıyordu! Aldatmak, doksan kiloluk bir yetişkinin üç yaşındaki bir çocuğu pataklamasına benziyordu: Küçük bir çocuk getir gözlerinin önüne Süt kokan bakışları güvenle ışıldarken, suratını kaplayan koca bir yumrukla yere devriliyor; bak!

O baktığın ihanetin resmidir…
Küçük karnı acımasızca tekmeleniyor, gazoz şişeleri gibi narin ve kırılgan ayak bileklerinden kavranıp savruluyor; her eşyanın ve her çarpışmanın köşesinde biraz daha eziliyor gövdesi. Minik burnundan kan fışkırıyor; hiçbir şey gelmiyor elinden, çaresizce bağırmak, ağlamak, çığlık atmak dışında; işit!

O işittiğin ihanetin sesidir…
Sırala bildiğin bütün lanetleri, en sunturlu küfürleri et, vahşilikten iğrençliğe, bir ad da sen koy gördüklerine…
Küçük bir çocuktur aşk!
Kanlar içinde can çekişen.
Ve aldatmak, doksan kiloluk bir yetişkinin, üç yaşındaki bir çocuğu bütün gücüyle dövmesidir.
Savunma gücü yoktur. Engelleme hakkı yoktur. Durumu değiştirme şansı yoktur.
Yere eğildim, ikizleri kucakladım. Öpücüklere boğdum. Karınlarını gıdıkladım. O acı dolu sesler kulağımda çınladı da, utançla öyle bir sarıldım ki az kullanılmış dişleriyle koca bir parça ısırmalarını bile fark etmedim.
Ben bu zibidileri değil dövmek, kızmak, gözlerimin incitmesinden bile korkarım. Tıpkı sana bakmaya kıyamadığım gibi.
Umarım anlamışsındır, sana neyi vaad ettiğimi,
Ve küçük bir çocuk gibi senden, senden neden bu kadar çekindiğimi

Cem Yılmaz Turan

Ölüme ve hayata dair

Aristoteles bir yazısında ırmakta yaşayan küçük canlılardan söz eder:
Ömürleri bir gündür.
Bunlardan sabah 8'de ölen genç ölmüş sayılır; akşam 5'te ölen ise yaşlı...
Montaigne ünlü "Denemeler"inde sorar:
"Bu kadarcık bir ömrün bahtlısını, bahtsızını hesaplamak hangimize gülünç gelmez?
Sonsuzluğun, dağların, nehirlerin, yıldızların, ağaçların yanında bizim hayatımızın uzunu - kısası da böyle gülünçtür." 




Son yılların en gözde akımlarından biri "uzun yaşam hırsı"...
Modern tıp, ömrün sınırlarını zorlayan buluşlar elde ettikçe, tarihi boyunca "ölümsüzlük iksiri"nin
peşinde koşmuş insanoğlunun iştahı kabarıyor.
"Antiaging" denilen "yaşlanmayı geciktirme" iddiasındaki
hücre tedavileri, hormonlar, ilaçlar, diyetler hep aynı hedefin peşinde:
Ölümü erteleyebilmek...
Biraz daha fazla yaşayabilmek.... 




Geçenlerde Haşmet Babaoğlu yazdı:
"Modern insanın uygarlığın temeline koyduğu her tuğla, onu ölüm fikrinden biraz daha uzaklaştırıyor".
Köylerde göz önünde, hayatla iç içe "yaşayan" mezarlıklar, kentte varoşlarda ıssızlığa terk ediliyor.
"Dirilerin şehri, ölülerin şehrini kovuyor".
O, günler süren taziye dayanışmaları bitti; internetten mezar yeri ayırtılabiliyor artık...
Cenazeler bir şirkete emanet edilip apar topar defne gönderiliyor; camide ayaküstü sohbet ediliyor,
telefonla kabre çiçek gönderiliyor, sulama işi 3 - 5 kuruşa mezarcılara havale ediliyor.
Ve sonra herkes ölümü hafızasından silip "hayata", işinin başına dönüyor.
İnsanoğlu yüzyıllar boyu tevekkülle teslim olduğu ecelle dalaşıyor.
Azrail'e posta koyuyor. 





Ne yalan söyleyeyim, ölümcül bir diyetle tüm dünyevi zevklerden uzak durarak,
sağlık merkezlerinde gençlik aşıları vurularak hayata biraz daha tutunmaya çalışanların nafile çabası,
Aristo'nun ömrü bir gün süren küçük canlılarının "bahtsızlığını" hatırlatıyor bana...
"Sağlıklı yaşam"a bir diyeceğim yok, ama "geç ölüm ihtirası", "Ne için" sorusunu getiriyor hatıra...
"Niçin hayat sofrasından, karnı doymuş mütevekkil bir davetli gibi kalkıp gidemiyoruz?"
"Niçin hayat meşalesini, yenilere devretmekte böyle zorlanıyoruz?"
"Bunca yıl yapamadığımız neyi yapmak için ölüme direniyoruz?" 




Zincirlikuyu Mezarlığı'nın kapısına asıldığı günden beri tartışma konusu olan o ayet yüzünden yazdım bunları:
"Her canlı ölümü tadacaktır".
Kimi "Malumu ilana ne hacet" diye karşı çıkıyor yazıya;
kimi "İşe giderken insanın aklına eceli sokup moral bozmanın alemi yok" diye...
Oysa benim ayetin devamında okuduğum mesaj gayet basit:
"Nasıl olsa sonunda buraya geleceksiniz.
Yan yana ve eşit büyüklükte çukurlara gömüleceksiniz.
Size bahşedilen hayatı doğru dürüst yaşamaya bakın".
Ayeti böyle okuyunca, daha çok hayatta kalmak uğruna daha az "yaşayan"ların hali size de komik gelmiyor mu?
Kainatın uçsuz bucaksızlığı karşısında, ha sabah 8, ha akşam 5,
("Ha 3 gün önce, ha 5 gün sonra") ne fark eder ki? 




Yine Montaigne ile bitirelim.
"Hayatın değeri, uzun yaşanmasında değil, iyi yaşanmasındadır.
Öyle uzun yaşamışlar vardır ki, pek az yaşamışlardır.
Doyasıya yaşamak, yılların çokluğuna değil, sizin coşkunuza bağlıdır".

CAN YUCEL

İnanmak başarmaktır


Bir okulda, okul müdürü üç öğretmeni çağırıp şöyle dedi:
"Siz üç öğretmen, sistemde en iyi ve en uzman kişiler olduğunuz için, doksan tane
seçkin üstün zekâlı öğrenciyi size vereceğiz.
Bu öğrencilerin gelecek yıl da aynı hızla çalışıp çok iyi bir eğitim almalarını bekliyoruz."
Üç öğretmen, öğrenciler ve öğrencilerin anne ve babaları bunun çok iyi bir fikir olduğunu düşünüyorlardı.
O okul dönemi hepsinin özellikle hoşuna gitti.
Okul bittiği zaman öğrenciler şehirdeki diğer öğrencilere göre yüzde 20-30 daha başarılıydı.
Yıl sonu geldiğinde müdür üç öğretmeni çağırıp onlara:
"Bir itirafta bulunmak istiyorum.
En zeki öğrencilerin 90'ı sizde değildi.
Onlar ortalamanın biraz üstünde öğrencilerdi.
O 90 öğrenciyi listeden tesadüfen seçtik" dedi.
Bu gerçeği duyan öğretmenler, öğrencilerde görülen yüksek başarının
kendi öğretme kabiliyetleriyle ortaya çıktığını düşünmeye başladılar.
Ama okul müdürü:
"Bir itirafım daha var" dedi.
"Siz de en başarılı öğretmenler değilsiniz!
İsimlerinizi bir torbanın içine doldurduğum kâğıtların arasından rastgele seçtim.
Siz inandığınız için başarılı oldunuz. Onlar da öyle…"

Bambu ağacının sırrı

Çin Bambu ağacının yetişmesi, olumlu ısrar için güzel bir örnektir.,
Çinliler bu ağacı şöyle yetiştirir:
Önce ağacın tohumu ekilir, sulanır ve gübrelenir.
Birinci yıl tohumda herhangi bir değişiklik olmaz.
Tohum yeniden sulanıp gübrelenir.
Bambu ağacı ikinci yılda da toprağın dışına filiz vermez.
Üçüncü ve dördüncü yıllarda her yıl yapılan işlem tekrar edilerek bambu tohumu sulanır ve gübrelenir.
Fakat inatçı tohum bu yılda da filiz vermez.
Çinliler büyük bir sabırla beşinci yılda da bambuya su ve gübre vermeye devam ederler.
Ve nihayet beşinci yılın sonlarına doğru bambu yeşermeye başlar
ve altı hafta gibi kısa bir sürede yaklaşık 27 metre boyuna ulaşır.
Akla gelen ilk soru şudur :
Çin bambu ağacı 27 metre boyuna altı hafta da mı Yoksa beş yılda mı ulaşmıştır?
Bu sorunun cevabı tabii ki beş yıldır.
Büyük bir sabırla ve ısrarla tohum beş yıl süresince sulanıp gübrelenmeseydi
ağacın büyümesinden hatta var olmasından söz edebilir miydik?
Bir başarının şartları her zaman çok basittir.
Bir süre için çalışın,
Bir süre tahammül edin,sabredin.
Her zaman inanın
Ve hiçbir zaman geri dönmeyin,vazgeçmeyin…

Sohbeti kim demler?


Vakti vardır...
Ve can çeker.
Ama berrak ve demli bir çaydan daha iyi olan şey,
o çaya sohbet katan, lezzet katan dostlardır.
Çay da, dost da, teselli makamında bir talihtir.
Sohbete ... Muhabbet taşır, hüzün taşır ...

Hayatın neresinde, ne şekil ve görüntüde olursak olalım; mesele şudur:
Bir bardak demli çayın yanında ne kıymetimiz var?
Hangi dostun bir bardak demli çayı için "hasretin adı" ve "katma değer"iyiz?

Sohbeti kim demler?
Vakti vardır..
Ve can çeker.
Can, çayı bahane edip muhabbet ister.
Profesör istemez, genel müdür hiç istemez...
Makam ve mevki...
Ve dahi şan ve şöhret...
Ve dahi mal ve mülk sahibi istemez.
Aradığı insandır.
"İnsan" sıfatının yanında, som altına şekil katmak için sokuşturulmuş
bakır kadar ehemmiyeti olmayan unvanları hesaba katmaz...
Bir bardak demli çayın her yudumunu, ab-ı hayata dönüştüren insan!
Sohbeti kim demler?

Hayattan aldığımız ve hayata kattığımız can sıkıntılarının çoğunun sebebi,
maalesef değersiz şeylerden ibarettir.
Ne bu dünyadan çekip giderken bizimle birlikte gelirler.
Ne sonrası için işe yararlar.
Üstelik, bir bardak demli çayın yanında bile, sahibini "beş kuruş" sahiplenmezler...

Sohbeti kim demler?
Su kaynar...
Aşk ateşinde...
Bir tutam çay yaprağıyla karışmak, vuslattır.
Bu sıcaklığa...
Bu buhara ram olur ve yayılır duygular.
Sonra aşkın rengidir ve demidir görünen.
Ve aşkın rayihası.

Sohbeti kim demler?
Söyleyin şimdi:
Bu şiire kim bir mısra katar gönlünden?
Sohbeti kim demler?

Satranç ve tango



Satranç bir oyun, tango da öyle…
Her iki oyunu da oynamak; zihin-beden koordinasyonu ister,
yaratıcılık ve zeka ister, konsantrasyon ister, esnek,
alternatifli ve stratejik düşünme, doğru yerde ve doğru
zamanda karar alabilme yeteneği ister,teknik ister,
duygu-düşünce-eylem dengesi kurma becerisi ister,
gözlemleme, anlama ve değerlendirme sürecinde kesintisizlik ister.
Ve her şeyden önce; oyunun temel kuralları olduğunu bilmek,
anlamak ve 2 tarafın mevcudiyetini ister.
Satranç da Tango gibi "2"yi gerektirir…
Aslında tangonun dansını maçolukla değil,
satranç ile ilişkilendirmek için daha fazla nedene sahibiz.
Satranç oyununu oynayabilmek için farklı iki renk taş grubunun
varlığının gerekliliği ile söze başlayabiliriz.
Misal : siyah – beyaz,
kadın - erkek gibi, yani 2 farklı renk…
Her bir rengin içinde, farklı işlevselliğe sahip
eşit sayıda taş yer alır.

Satranç ve tango
Oyunun kurallarından biri; açılışı beyaz taşın yapmasıdır.
ilk adımı beyaz taş atar, siyah onu takip eder…
Bir erkek tek başına Tango yapamaz, kadın da öyle.
Tango yapmak için iki kişi gerekir. İkisi de hem birbirine,
hem de oyunun kurallarına gereksinim duyar. Ve kurallardan
biri de; erkeğin "lead", kadının "follow" edeceğidir.
Satranç ve tango
Tangoda kadın ve erkek, kendi farklılıklarını korurken,
zihin ve beden koordinasyonu içinde işbirliği halindedir.
Her birinin kotardığı farklı bir şey vardır ve bu da,
tarafların danstaki pozisyonu ile ilişkilidir. Her birinin
danstaki konumunu belirleyen, teknik ve o pozisyonun
taşıdığı/üstlendiği görevdir ki bunlar, bu dansın tango,
bu oyunun satranç olması için gereklidir...

Satranç ve tango

Partnerlerin eril yada dişi kimliğine göre, pozisyonlar
daha değerli ya da daha az değerli şeklinde tanımlanmaz.
Taşların rengi, üstlendikleri görevin değerini eksiltmez
ya da arttırmaz… Tango dans etmek için partnerlerden
her biri, danstaki pozisyonuna ilişkin kurallara uymak
ve bunları yerine getirmek durumundadır.

Satranç ve tango

Taşlar için de durum değişmez. Satrançta taşların her
biri, standardize edilmiş kurallara göre hareket eder.
Bir kale örneğin, düz açılarda hareket ederken, bir fil
diyagonal olarak yürür. Ancak, oyunun oynanması için
tüm taşlar gereklidir ve her taşın bulunduğu konumda
üstlendiği bir görev vardır…
Beyaz taşın ilk hamleyi yapması ve siyahın onu takip
etmesinin oyunun kuralı olduğunu kabul ederek oyuna
başlamak ve bu döngüde oyunu sürdürmek; beyaz taşın
canının istediği yere gideceği ve bu hareketin kabul
göreceği anlamını içermez…

Satranç ve tango

Tangoda kadın, erkeğin liderliğini kabul eder ancak,
atacağı adım kendisinindir, kendisine aittir, erkeğe
değil. Adımını, gereği gibi ve düzgün bir şekilde
gerçekleştirmek için gerekli yeri, mesafeyi ve süreyi
kullanır. Aktif bir katılımcı olarak dansa varlığını koyar.

Tango dansında üç element vardır:
Kadın, erkek ve tangonun yapısı.

Satranç oyununda üç element vardır:
Siyah taşlar, beyaz taşlar ve satrancın yapısı.

Bu bağlamda erkek ve kadın; 2 farklı rol, 2 farklı üslup
ve 2 farklı konum ile, 2'nin içinde 1 şey üretirler:
bir Tango, bir Satranç ya da bir Oyun…

Satranç ve Tango arasındaki benzerlikleri sıralarken,
dansın döngüsü içerisinde, yapısallığın, tekniğin
yanı sıra duyguların sirkülasyonu ve birbiriyle
etkileşiminin varlığını ıskalamış olduğum düşünülmesin.

Bu noktadaki ilişkilendirme de belki şöyle ifade edilebilir:

Satranç oyununda; beynin kavrayış ve muhakeme yoluyla
gönderdiği mesaj, ellere ulaşır.

"Tango oyununda beynin gönderdiği mesaj,

kalp yoluyla ayaklara ulaşır…
Satranç ve tango

Ebru Sanatı ile detaylı bilgi



Ebru Tekniği
Aşağıdaki bilgiler Alparslan Babaoğlu'nun izni ile sitesinden alınmıştır.
BOYALAR
Türk ebru geleneğinde yalnızca suda erimeyen, asit ve kazein içermeyen ve ışıktan etkilenmeyen doğal boyalar kullanılır. Bu boyaların kullanılmasının sebepleri konusunda GELENEK sayfasında yeterli bilgi verilmektedir. Boyalar yaklaşık 50x50 cm boyutlarında düz bir mermer üzerinde, destiseng (el taşı) ile ezilmek suretiyle kullanılır. Destiseng, üzerinde boya ezilen mermerle aynı cins mermerden, aşağı yukarı 15 cm uzunluğunda, boyayı ezen yüzü 6-7 cm çapında bir yarım daire ve üstünde de kullananın tutması için bir tutamak bulunana bir taştır. Yaklaşık bir avuç dolusu boya, mermerin ortasına yerleştirilir ve onun da ortası çukurlaştırılarak buraya su konur ve karıştırmak suretiyle boya çamur hale getirilir. Destiseng, çamur haldeki boyanın üzerinde 8 çizer gibi dolaştırılarak boya ezilir. Dağılan boyalar zaman zaman bir spatula yardımıyla tekrar ortaya toplanır. Boyanın ezilip ezilmediği ancak teknede anlaşılır. Bir müddet tecrübeden sonra ebrucu, hangi boyayı ne kadar ezeceğini öğrenir. Yeteri kadar sulandırıldığında ve doğru öd ayarı yapıldığında kumlanmadan açılan ve kâğıda akmadan tesbit olabilen boya yeterince ezilmiş demektir.

Geleneksel Türk Ebrusu'nda kullanılan ana renkler şunlardır ;

Çamlıca toprağı
Beyaz
Siyah
Sarı



Aşı Boyası
Kahverengi
Kırmızı
Lâhor Çividi
Çamaşır Çividi



Çamlıca toprağı, Lâhor Çividi ve Çamaşır Çividi dışında sözü edilen boyalar nalburlardan, Lâhor Çividi ve Çamaşır Çividi ise aktarlardan temin edilir.

Bu renkler kullanılarak elde edilen ara renkler ise şunlardır ;

Aşı Boyası + Lâhor Çividi = Koyu Kahverengi
Sarı + Lâhor Çividi = Yeşil
Çamaşır çividi + Kırmızı = Mor
Beyaz + Siyah = Gri
Beyaz + Lâhor Çividi = Açık mavi


Yukarıda sıralanan renkler, arzu nisbetinde birbirleriyle karıştırılarak asit ve kazein içermeyen, suda erimeyen ve ışıktan etkilenmeyen her tür renk elde edilir.

ÇAMLICA TOPRAĞI İstanbul'un Çamlıca Tepesi'nde bulunan kırmızı renkli topraktır. Bir elek ile taşlarından ayıklanarak toplanır. Ezildiğinde tütün rengine yakın bir renk verir. İsten elde edilen ve bundan dolayı çok hafif olan siyah boyaya katılır. Islah etmek üzere akan boyalara ilâve edildiği gibi serpmeli ebruların serpme boyası olarak ya da yalnız başına kullanılır.

BEYAZ Üstübeç. Yağsız olanı beyaz boya yapmak için, litopon üstübeci de denen yağlı olanı ise neftli boya hazırlamada kullanılır.

SİYAH İsten yapılır. Çok hafif olduğu için tek başına kullanılmaz. Çamlıca toprağı ile karıştırılır.

SARI Oksit sarı. İnorganik bir pigmenttir.

AŞI BOYASI Oksit kırmızı . İnorganik bir pigmenttir.

KAHVERENGİ Oksit kahverengi. Çeşitli tonları vardır. İnorganik bir pigmenttir.

KIRMIZI Suyla karışabilen pigment kırmızı. Organik bir pigmenttir. İnorganik olanı içerdiği kadmiyumdan ötürü son derece zehirlidir.

LÂHOR ÇİVİDİ Lahor çividi ya da bebe çividi adıyla bilinen ve bebeklerin ağzında oluşan aft hastalığının tedavisi için kullanılan ilacın hammaddesidir. Gevrek, taş gibidir. Bitkisel ve çok güçlü bir boyadır. Dövülerek toz haline getirilir.

ÇAMAŞIR ÇİVİDİ Beyaz çamaşırlar için ağartıcı olarak kullanılan mavi bir tozdur.

Boyalara eklenecek su ve ödün ayarı da şu şekilde yapılır. Kitrenin kıvamının ayarı aşağıda KİTRE bahsinde belirtildiği gibi kontrol edilir. Boya ayarına ödü en az boyanın ayarıyla başlanır. Süt kıvamında sulandırılan boyanın içerisine, fırça kavanozun kenarına sıyrılıp tekneye serpildiğinde ebrucunun ustasından gördüğü miktar ölçüsünde açılana kadar öd ilave edilir. Ödü fazla olan boyaların ayarları da ödü az olan boyaların üzerine serpmek suretiyle yapılır. Çiçek ve hatip ebrusu yapımında kullanılacak olan boyaların ayarları ise zemin ebrusunun üzerine damlatmak suretiyle yapılır. Boyaların ayarı konusunda bu sitenin muhtelif sayfalarında açıklamalarda bulunulmuştur.


KİTRE
Üzerine boya serpilecek suya kıvam ve yapışkanlık vermek üzere kullanılır. Beyaz ve topraksız olanı bilhassa aktarlarda "fiyor kitre" diye satılanı tercih edilir. Türkiye'nin her bölgesinde yabani olarak yetişebilen geven otunun havayla temas ettiğinde kemikleşen salgısıdır. Her bölgenin kitresi suya farklı bir kıvam verdiği için ne kadar suya ne kadar kitre konulacağı hakkında kesin rakamlar verilemez. ( Merhum Mustafa Düzgünman'ın bu konudaki düşüncelerini kendi sesinden dinlemek için tıklayınız. )

Her ebrucu sonbaharda ebru yapmaya başlayacağı zaman bir sene yetecek kadar kitre alır ve birkaç tekne açtıktan sonra teknesinin alacağı su miktarına ne kadar kitre koyacağının ölçüsünü bulur. Bu ölçü yani kitrenin kıvamı, içinde kurşunkalem kalınlığında bir çubuk yürütülerek kitre üzerinde bıraktığı izle bulunur. Doğru ayarda, kitre içinde çekilen çubuk dışarı alınınca kitre üzerinde bıraktığı iz olduğu yerde kalmalı, ne çekiş istikametinde ileri ne de lastik gibi geri gitmemelidir. İlk denemede ortalama 7 litre suya 45 - 50 gr kitre konularak birkaç gece şişmesi beklenir. Zaman zaman karıştırılarak kitrenin erimesi hızlandırılır. 3-4 gün sonra sık dokulu bir torbadan geçirilerek içindeki erimemiş kitre parçacıkları, çöp ve diğer yabancı maddelerden arındırılır ve tekneye boşaltılır. Kıvamı yukarıda açıklandığı gibi kontrol edilir ve doğru kıvama gelene kadar su bardağı ile su ilâve edilip iyice karıştırılır. İlâve edilen su miktarı ölçüsünce bir sonraki tekne için ıslatılan kitre miktarı azaltılır ya da su miktarı artırılır.

On yılı aşkın bir süredir İran'dan çok daha ucuza kitre ithal edildiğinden artık Türkiye'de eskiden olduğu gibi bol kitre toplanmamaktadır. İran'dan gelen kitre de ebru yapımına uygun olmadığı için kitre yerine yine aktar ya da aktar toptancılarından sağlanabilen salep, ithal salep, metil-selüloz, deniz kadayıfı gibi kıvam artırıcı malzemeler kullanılabilir. Sn Uğur DERMAN'ın ifadesine göre Necmeddin OKYAY yukarıda kitre, salep, boytohumu ve ayva çekirdeği de dahil olmak üzere birçok kıvam artırıcıyı denemiş, en iyi sonucu saleple almış ancak salebin pahalı olması nedeniyle kitrede karar kılmıştır. Bunların hepsinin kıvam ayarları aynı şekilde yapılır ancak aynı kıvam ayarı için oluşturdukları yüzey gerilimleri farklı farklı olduğundan herbiri için boyalara ilâve edilecek öd miktarları farklıdır.

SIĞIR ÖDÜ
Kitre üzerine serpilen boyaların batmadan yüzebilmeleri için boyalara bir damlalık yardımıyla yüzey aktif asitler içeren sığır ödü katılır. Sığır ödünün içerisinde bulunan yüzey aktif asitler, kitrenin üzerindeki yüzey gerilimini kırarak boyanın kitre üzerinde batmadan açılmasını sağlarlar. Mezbahadan sağlanan sığır ödü, bir metal kaba boşaltılarak içinde su kaynayan başka bir kabın içine oturtulur. Aşağı yukarı 20 dakika sonra ödün üzerinde oluşan köpüklerle varsa yağ ve kan temizlenerek öd bir kavanoza alınır. Oda sıcaklığına geldikten sonra kullanılır. Boyalara bir damlalık yardımıyla ilâve edilir. Boyalara ilave edilecek sığır ödü miktarı, üzerinde ebru yapılan sıvının cinsine ve kıvamına göre değişir. Yüzey gerilimi en yüksek olan malzeme kitre, en düşük olan malzeme ise deniz kadayıfıdır. Aynı miktarda boyaya, aynı kıvamda kitre için deniz kadayıfına göre yaklaşık on misli sığır ödü ilâve etmek gerekir.

KÂĞIT
Birinci hamur kâğıt tercih edilir. Islanınca yırtılmaması ve tekneye yatırırken de zorluk çıkarmaması için 80-90 gr. olanı uygundur. Türk ebruculuk geleneğinde kâğıt, hiçbir şekilde terbiye edilmez. Kâğıt toptancılarından 68-100 cm. ya da 70-100 cm ebadında satın alınan bir top kâğıt, mücellit giyotininde 4 parçaya bölünür. Tekne boyutlarını bu kestirilen kâğıt boyutları belirler.

TEKNE
Eskiden ziftlenmiş budaksız çamdan yapılmışsa da kullanım kolaylığı açısından çelik ya da galvanizli saçtan yapılması daha iyidir. Uzun kenarlarından ebrucuya yakın olanına, ebruyu tekneden sıyırırken kağıdı çizmemesi için 2-3 mm kalınlığında bir mil kaynattırılır. Teknenin boyutlarını ebrulanacak kâğıdın boyutları belirler. Yüksekliği 5-6 cm olan teknenin eni kâğıt genişliğinde, boyu da kağıdın ıslanınca uzayacağı payı karşılamak üzere ebrulanacak kâğıdın boyundan yaklaşık yarım cm. uzun olmalıdır. Merhum Mustafa Düzgünman'ın teknesi, destisengi, fırçaları, diğer ebru malzemeleri ve ebruları ile birlikte Galata Mevlevîhanesi'ndeki DÜZGÜNMAN odasında sergilenmektedir.

FIRÇA
Türk ebrucusu fırçasını kendi sarar. Ebru fırçası atın kuyruk kıllarının bir dala sarılması ile yapılır. Kılların bağlanmasında oltaya iğne bağlarken kullanılan düğümsüz bağlama kullanılır. Fırça kavanozda dura dura kıvrılır ve bu kıvrık şekil, fırçanın sarım şeklinden dolayı ortasında oluşan boşlukla beraber Türk Battal deseninin ortaya çıkmasına sebep olur. Bu nedenle hazır yağlıboya ya da suluboya fırçaları Türk ebrusu yapımında kullanılmaz. Fırça sararken kılların daha iyi tesbit olması için herhangi bir yapıştırıcı kullanılmaz çünki fırça kavanozda boyayla birlikte bırakılır. Eğer tutkal kullanılırsa içindeki kimyasallar boyaya karışır.

NEFT
Eskiden Eğriboz adasından gelen çam nefti kullanılmasına rağmen artık bulunmamaktadır. Neftli ebru yapımında ancak tabii olanı kullanılır. Neft, ayrı bir kaba ayrılan boyaya damla damla istenen sonuç alınanana kadar denenerek ilave edilir. Neftli boyaya batırılan fırça iyice temizlenmeden normal boya kavanozuna sokulmaz.

TARAKLAR
Her ebrucunun taraklı ebru yapmak üzere kendisi tarafından muhtelif diş aralıklarında yapılmış tarakları olmalıdır. Bu taraklar "boncuk iğnesi" denilen ince iğnelerin ya da tellerin düz bir tahta üzerine bir şekilde çakılarak, yapıştırılarak veya sıkıştırılarak tesbit edilmesiyle yapılır. Tarakların boyu teknenin eni ve boyundan bir miktar kısa, dişleri arasındaki mesafe ise bazı taraklarda sık (3-4 mm), bazı taraklarda ise seyrek (10-12 mm) olarak yapılır. Diş aralığı için bir kural bulunmamakta olup ebrucunun tercihi, ustalık düzeyi ve arzulanan sonuç önemlidir.

BİZLER
Tekneye boya damlatmak, yüzeyindeki boyaya şekil vermek ya da kitreyi karıştırmak için muhtelif kalınlıklarda bizler kullanılır. Bunların arasında, aynı cins telden 15-20 tanesinin bir araya sarılmasıyla yapılan sümbül teli de sayılabilir. Bizler, farklı kalınlıklarda tellerden ya da çivilerden imal edilirler ancak mutlaka paslanmaz malzemeden yapılmalarına dikkat edilmelidir.

EBRUNUN YAPILIŞI ve ÇEŞİTLERİ
Tekne içerisindeki kitre ya da muadili sıvının kıvam ayarı kitre bahsinde açıklandığı gibi yapıldıktan sonra ebru yapımına geçmeden boyaların ayar kontrolü yapılır çünki boyaların ne kadar açılacağını ve sonucu etkileyen iki önemli parametreden öd organik bir maddedir ve kuvveti giderek zayıflar, kitrenin yoğunluğu da buharlaşmayla sürekli artar ya da bir noktadan sonra çürümeyle sürekli azalır. Boyaların öd ve su ayarlarının nasıl yapılacağı sonuç açısından çok önemlidir ve bir reçetesi yoktur. Boyanın, REDDİYE sayfasında cevaplanmaya çalışıldığı gibi bir iğne ya da bizle damlatılarak ayarı yapılamaz. Bu ancak görerek olacak ve tecrübeyle kazanılacak bir maharettir ve işte bunun için bir ustanın seyredilmesi gereklidir. ( Merhum Mustafa Düzgünman'ın bu konudaki düşüncelerini kendi sesinden dinlemek için lütfen aşağıdaki gramafon resminin üzerine tıklayınız. )

Boyaların öd ayarları yapıldıktan sonra ebru yapımına geçilir. Bütün ebru çeşitleri aynı teknede yapılır. Çiçekli ebru dışındaki ebruların kitrenin kıvamına bağımlılığı fazla olmamasına rağmen çiçekli ebru yapabilmek için kitrenin kıvamının buna göre ve kitrenin kıvam ayarı bahsinde açıklandığı gibi yapılması doğrudur. Çiçekli ebru yapılan teknede hafif ebru dahil bütün ebru çeşitleri yapılabilir. Kumlu ebru dışında bütün ebrulara, boyalar tekneye bir fırça yardımıyla serpilerek başlanır.

Ebru yapmak, fizik ve kimya bilimi yöntemleriyle açıklanabilen bir işlemdir ve fiziksel bir takım parametrelerin etkisindedir. Bunların en önemlileri havanın sıcaklığı ve nemidir. Teknik olarak her ne kadar her mevsimde ebru yapılabilse de gerçek anlamda kaliteli ve ebrucuyu tatmin edecek ebrular ancak 18-20 derece sıcaklık ve % 60 bağıl nemin altında yapılabilir.
BATTAL EBRU
Boyaların sadece fırça yardımıyla kitre üzerine serpilmesiyle oluşturulan ve iğne ya da tarak gibi herhangi bir şeyle müdahale edilmeden yapılan mermer desenli ebru çeşididir. Yapılan işlem bakımından en basit ebru olmasına rağmen sonuç itibarıyla yapımı en zor ebrudur. Kumlu ebru dışında bütün ebruların yapımında ilk işlem battal ebrudur. Ebrucunun bütün ustalığı yaptığı battal ebrulardan belli olur çünki ardarda atılan boyaların öd ayarları doğru yapılmazsa ya kitre yüzeyinde boyalar arasında kalan renksiz damarlar mermer damarından daha büyük olur ki buna ebrucu dilinde "falso" denir ya da boyalar sıyrılırken akar ve birbirine karışır. Batılı ebrucular, boyaların böyle akmasından kurtulmak ve işi kolaylaştırmak için GELENEK sayfasında Türk ebrucusu tarafından neden kullanılmadığı açıklanan kâğıdı ebrulamadan önce şapla terbiye etme yöntemiyle boyaların akmasını engellemeye çalışırlar. Yan kâğıdı olarak ya da levha kenarlarında dış pervaz olarak kullanılır.
SOMAKİ EBRU
Battal ebrunun en son atılan rengi fırça kavanozun içine sıkıldıktan sonra serpilerek yapılır. Sık damarlı Somaki mermerine benzeyen bir ebrudur. Yan kâğıdı olarak ya da levha kenarlarında dış pervaz olarak kullanılır.
NEFTLİ BATTAL
Battal ebrunun en son atılan rengi neftli bir boyadan seçilerek yapılır. Yan kâğıdı olarak ya da levha kenarlarında dış pervaz olarak kullanılır.
SERPMELİ BATTAL
Battal ebru yapıldıktan sonra Çamlıca toprağı veya benzer bir açık renkli boya ya da neftli boyanın, fırça kavanoza iyice sıkıldıktan sonra serpilmesiyle yapılır. Yan kâğıdı olarak ya da levha kenarlarında dış pervaz olarak kullanılır.
GEL-GİT EBRUSU
serpmeligelgit1.jpg (229529 bytes) Battal ebru yapıldıktan sonra kalınca bir bizle teknenin önce bir kenarına sonra diğer kenarına paralel bir ileri bir geri karıştırılarak yapılır. Üzerine serpmeli battalda anlatıldığı gibi serpme yapılırsa daha güzel olur. Levha kenarlarında ara pervaz olarak kullanılır.
ŞAL EBRUSU
Gelgit ebrusu yapıldıktan sonra serpme yapmadan önce gelgit deseninin aynı kalın biz kullanılarak rastgele makul miktarda karıştırılmasıyla yapılır. Yan kâğıdı olarak ya da levha kenarlarında dış pervaz veya ara pervaz olarak kullanılır.
TARAKLI EBRU
Gelgit ebrusu yapıldıktan sonra taraklardan birisinin son yapılan gelgitin yönüne dik yönde teknenin bir kenarından tarağın dişleri kitreye temas edecek kadar sokulup diğer kenarına doğru çekilmesiyle yapılır. İstenirse ince bir bizle taraktan sonra şal ebrusunda yapıldığı gibi boya serbest olarak da karıştırılabilir. Levha kenarlarında ara pervaz olarak kullanılır.
ZEMİN EBRUSU
Aynı boyadan az ödlü, çok ödlü ve neftli olarak üç kavanoz boya hazırlanır. Bunlar kullanılarak battal ebru yapılır. Neftli boya yerine Çamlıca toprağı gibi açık renkli bir başka boya da serpilebilir.
HATİP EBRUSU
Önce zemin ebrusu yapılır. Zemin ebrusunun üzerine, 35x50 cm boyutlarında bir tekne için teknenin uzun kenarı boyunca beş, kısa kenarı boyunca da dört sıra olacak şekilde eşit aralıklarla öd ayarı hatip ebrusuna göre yapılmış bir renk damlatılır. Kitrenin üzerinde dört sıra halinde ve her sırada beş olmak üzere hazırlanan renklerin ortalarına ikinci ve daha sonra üçüncü ve istenirse daha fazla sayıda renk damlatılarak içiçe halkalar elde edilir. Bu halkalara bir iğne yardımıyla şekil verilerek yapılan hatip ebrusunda yürek, taraklı yürek, çark-ı felek, yonca gibi hatip desenleri yapılmaktadır. Hatip ebruları, levha kenarlarında her bir sırası yazının bir kenarına gelecek şekilde dış pervaz, koltuklu levhalarda koltuk boşluklarında koltuk ebrusu ve yan kâğıdı olarak kullanılır.
ÇİÇEKLİ EBRU
Zemin ebrusu yapıldıktan sonra önce hazırlanan yeşil boyadan damlatılarak oluşturulan yuvarlaklara, uygun kalınlıkta bir biz kullanılarak sap şekli verilir. Daha sonra sapların uçlarına yapılacak çiçeğe uygun renk damlatılarak yine uygun kalınlıkta iğne ve bizlerle bunlara çiçek şekli verilir. Yan kâğıdı olarak kullanılacak çiçekli ebrulara, cilt kapağı kaldırıldığında birisi kapak üzerinde birisi de karşısında kullanılmak üzere biribirinin aynısı iki çiçek yapılır. Necmeddin Okyay ve Mustafa Düzgünman tarafından bu şekilde lale, karanfil, menekşe, sümbül, gül ve gelincik çiçekleri, son derece başarılı olarak stilize edilmişlerdir. Mustafa Düzgünman, bu çiçeklere papatyayı ilâve etmiştir.
KOLTUK EBRUSU
Hüsn-ü hat levhaların koltuk tabir edilen boşluklarında kullanılmak üzere hatip ebrusundaki her hatip deseni yerine küçük bir çiçek yapılır. Aşağıda kumlu ebrunun kullanımına örnek olarak verilen levhada gösterildiği gibi kullanılır.
KUMLU EBRU
Ebru teknesinin sonuna doğru, suyu ve ödü az olan Lahor çividi (başka boyalar da kullanılabilir), bir damlalık yardımıyla teknenin ortasına ya da bir kenarından ama hep aynı noktaya ( ya da noktalara ) damlatılması suretiyle teknenin yüzeyi doldurularak yapılır. Boya çatlar ve kumlu bir hal alır. Bazen de "V" harfi şeklinde çatlaklar oluşur ki buna kılçıklı ebru denir. Kumlu ebru tekneden alınırken çok dikkat edilir çünki çatlamalar elde edebilmek için fazla boya damlatıldığından ve boyanın ödü zaten az olduğundan boya akabilir. Levha kenarlarında ara pervaz olarak kullanılır.
BÜLBÜL YUVASI
Giderek küçülen damlalar halinde serpilen boyayla yapılan battal ebru üzerine, bir iğne yardımıyla dıştan içe doğru spiraller yapılır. Bu spirallerin sayısı, hatip ebrusunda olduğu gibi uzun kenar boyunca 5 kısa kenar boyunca 4'tür. Bülbül yuvası, yan kâğıdı ya da yazı etrafında dış pervaz olarak kullanılır. Uzun kenara paralel şekilde dört eşit parçaya ayrılan ebrunun herbir parçası, levhanın bir kenarına monte edilir.
HAFİF EBRU
Hattatlar tarafından üzerine yazı yazılmak üzere suyu ve ödü normalden fazla boyalar kullanılarak yapılan pastel renkli şal ebrusudur.
YAZILI EBRU
Yazılı ebrunun mucidi Necmeddin OKYAY'dır. Önceleri yazının kalıbını kesip ıslanınca kâğıdı bırakan Arap zamkı ile yapıştıran ve kâğıdı ebruladıktan sonra bu kalıbı söken Necmeddin OKYAY, yazının kenarlarından taşan zamkın bulunduğu yerlerin de boya almadığını görerek mürekkep yerine zamk kullanarak yazdığı yazıları ebrulamaya başlar. Aynı zamanda devrinin en meşhur hattatlarından olan Necmeddin OKYAY'ın bu şekilde yazılmış tâ'lik Lâfza-i Celâl'i, Türk ebru tarihindeki en ünlü yazılı ebrudur. Hattat olmayan ebrucuların yazılı ebru yapabilmek için kullanabilecekleri en iyi yöntem ise yazının kalıbını hazırlamak ve bunu sökülebilir bir yapıştırıcıyla ebrulanacak kâğıda yapıştırmaktır. Bu şekilde yapılan ve GALERİ'de görülen Hamid AYTAÇ'a ait KÜLLÜ MEN `ALEYHÂ FÂN'a ait kalıp yukarıda görülmektedir.
EBRULU MİNYATÜR
Dünya ebru tarihinde örnekleri görülen ebrulu minyatürler de yazılı ebrular gibi kalıp kullanılarak yapılır. Farklı renkte ebrulanacak her bölge için ayrı bir kalıp hazırlanır.

8 güzel hediye


8 güzel hediye
8 güzel hediye DİNLEME...
Ama gerçekten dinleyin. Kesmeden, hayal kurmadan, vereceğiniz cevabı düşünmeden... Can kulağıyla dinleyin.
8 güzel hediye 
SEVGİ...
Kucaklamalar, öpücükler, sırt sıvazlamalar ve el tutmalar konusunda cömert olun.
Bu ufak hareketler, aileniz ve dostlarınıza olan sevginizi daha açık göstermenizi sağlayabilir. 
 
KAHKAHA...
Fikra anlatın, neşeli hikayeleri paylaşın. Bu armağanınız "Seninle birlikte gülmeyi seviyorum" anlamına gelir. 
 
YAZILI BİR NOT... Basit bir "Yardımın için teşekkürler" notu, ya da belki bir şiir...
Kısa, elle yazılmış bir not bazen ömür boyu hatırlanır. 
 
İLTİFAT...
Basit, içtenlikle söylenen bir söz ;
("Bu renk sana ne çok yakışmış", "Harika bir iş çıkardın", "Yemek nefis olmuş" gibi) karşınızdakinin içini aydınlatır. 
 
İYİLİK...
Her gün, rutininizi kırıp birisine hoş, nazik bir şey yapın. 
 
YALNIZLIK...
Bazen tek istediğimiz yalnız kalmaktır.
Bu anlara duyarlı olun ve ihtiyacı olana yalnız kalma armağanını verin. 
 
NEŞELİ BİR YAPI...
Birine tatlı bir söz söylemek gibisi yoktur. Selam vermek veya teşekkür etmek o kadar zor mu? 
 

ÖĞRET BANA EY DOST


BULUNANIN DEĞİL KAZANILANIN DEĞERLİ OLDUĞUNU
KİTAPLARIN GİZEMLİ YOLUNU
ZORBALARIN GÖRÜNÜŞTE GALİP OLDUĞUNU
ÖĞRET BANA EY DOST 

HİLEDENSE HATANIN GÜZELLİĞİNİ
KARŞI ÇIKAN OLSA DAHİ KENDİNİN NE DEDİĞİNİ
HERKESİ DİNLEYİP DİNLEDİKLERİNİ ELEKTEN GEÇİRMESİNİ
ÖĞRET BANA EY DOST 

ÜZÜLDÜĞÜMDE NASIL GÜLECEĞİMİ
CAHİLLERLE NASIL SOHBET EDECEĞİMİ
DERTLERİ NASIL DERMAN GÖRECEĞİMİ
ÖĞRET BANA EY DOST 

HAYATIN HİÇ DE GÖRÜNDÜĞÜ KADAR KOLAY OLMADIĞINI
GERÇEK HELAL LOKMANIN BELKİ ÜÇ KURUŞTA OLACAĞINI
HER ZAMAN TOK GEZİNCE FAKİRİN HALİNİ NASIL ANLAYACAĞIMI
ÖĞRET BANA EY DOST 
 

Ebru Sanatı Tarihi


Ebru sanatının ilk kez ne zaman ve nerede yapıldığı tam olarak bilinememektedir. Tarihi ve kimin tarafından yapıldığı belli olmayan bazı eserler vardır.Bugün kayıtlardaki en eski ebru 1595 yılına aittir. Şebek Mehmed Efendi imzasını taşır. Ancak, bir sanatın gelişmesi ve kabul görmesi için yüzlerce yıl geçmesi gerektiğini ve kayıtlarda da detaylı bir arama yapılmadığını düşünürsek bu sanatın çok daha eskilere dayanan bir geçmişi olduğunu kabul etmemiz gerekir.

Ayrıca, ebru kelimesinin Farsça'daki EBRİ kökünden geldiğini iddia edenler olsa da, bu kelimenin kullanılmasından yıllar öncesinde, Türkistan'da EBRE kelimesinin çok yakın anlamda kullanıldığı bilinmektedir. Yani kelimenin Farsça'ya zamanın Türkçe'sinden geçmiş olma olasılığı yüksektir. Osmanlı'nın son devirlerinde yaşamış olan Üsküdarlı Şeyh Sadık Efendi, Ebru Sanatı'nın inceliklerini öğrenmek için Buhara'ya gitmiştir. Bu da, Ebru Sanatı'nın Orta Asya kökenli olduğuna dair güçlü bir kanıttır.

Ebru Sanatı'nın günümüze ulaşmasında, Üsküdarlı Şeyh Sadık'ın büyük payı vardır. Onun devamında, Hezarfen Edhem Efendi, Necmeddin Okyay ve Mustafa Düzgünman, bir yandan sanattaki geleneği korumuş, aynı zamanda da ebru çeşitlerini tanzim ederek Ebru'yu güçlü bir sanat haline getirmişlerdir.

Ebru Sanatı ile ilgili yazılmış ilk eser, Tertib-i Risale-i Ebri adını taşır ve 1608 tarihlidir. Basitçe ebru yapımından ve ebru sanatçılığından bahseder.

Osmanlı'da ise Şebek Mehmed Efendi'den sonraki en önemli Ebru Sanatçısı, Hatip Ebrusu'na da adını veren İstanbullu Hatip Mehmed Efendi'dir.Aynı zamanda hattat olan sanatçı, Ayasofya Camii'nde hatiplik yapmış ve 1773 yılında vefat etmiştir.

Asla vazgeçme

Yüzünüzden gülümseme hiç eksik olmasın....

Hayata hiç isyan etmeyin. Öncelikle şunu kabul edin; 'hayat adil değil.'
Hiçbirimiz, hiçbir canlı eşit yaratılmadı. Başımıza gelenler de eşit değil. 

 

"Guguk Kuşu" filminde Jack Nicholson akıl hastanesinde çok ağır bir mermer havuzu kaldırabileceğine dair diğer
hastalarla iddiaya girer. Yüklenir ve havuzu kaldırmaya çalışır, kaldıramaz.
Diğer hastalar onunla alay ederken bir şey söyler:
"Ben en azından denedim" 

Siz gerçekten denediniz mi? 
 
Yoksa pencereden hayatı mı seyrediyorsunuz?
Oysa hayat hepimizin avuçlarının içinde...
Kiminin nasır tutmuş parmaklarında, kiminin boyalanmış ellerinde...
Ama hayat her zaman avuçlarımızın içinde.
Nasıl istersek, neye karar verirsek hayat orada var. 
Güneş, her sabah yeniden doğuyor.
Gün, her şafakta nice umutlara gebe şekilde ağarıyor ve
siz eğer isterseniz hayatı bir ucundan yakalama şansına sahipsiniz. 


Yeter ki gülümseyin!
Yeter ki bu gün benim günüm diyerek kalkın yatağınızdan...
Ve Her sabah uyandiginizda " HayaT, bugün yine herseye ragmen çok güzelsin..." demeyi ihmal etmeyiniz.
her zaman dedigim gibi gulumseme yuzunuzden hiç eksik olmasin. 
 

Hani deriz ya bir kulağından girer bir kulağından çıkar




Huzur İçin Bir Demet Öneri :) 


Küçük şeyleri dert etmeyin.
Kendinize dışarıdan bakmayı deneyin.Olanları bir film gibi kabullenin.
Bir izleyici olarak baş aktör siz olsaydınız ne yapardını?
Bunu düşünün.
Kusursuz olamayacağınızı kabullenin.
Sevgi kapasitenizi geliştirin.
Sevgiyi sadece yaşamayın aynı zamanda yaşatın.
Kimsenin sözünü kesmeyin ve cümlesini siz bitirmeyin.
Herkesin kendisini ifade etmesine olanak tanıyın.
Birisine iyilik yapın ve bundan kimseye söz etmeyin.
Bırakın ilgiyi başkaları toplasın,siz bilgeliğin ve erdemliğin peşinde olun.
İçinde bulunduğunuz anı yaşamayı öğreninç.
Geçmiş hatalarınızla barışık olun.
O hatalar sizin daha büyük hatalar yapmanızı engelleyecek yaşam zenginlikleridir.
Bunu asla unutmayın!
Sevgi elini önce siz uzatın.
Her gün kendinize biraz zaman ayırın.
Önce karşınızdaki kişiyi anlamayı amçalyın.
Planlarınızda esnek olun.
Suçluluğu değil masumiyeti öğrenin.
İç dünyanız için zaman ayırın.
Olağan şeylerdeki olağanüstülüğü arayın/görün.
Yüreğinizin sesine kulak verin.
Herkesin farklı olabileceği gerçeğini anlayın ve saygı gösterin.
Eleştiriye açık olun.Siz de zaman zaman özeleştiri yapın.
Ve şunu asla unutmayın yaşam başlı başına bir mucizedir hadi gülümseyin :)
ve bulunduğunuz vaktin keyfiniz çıkarın... 
 

Hercai

Çok uzun yıllar önce iki kır çiçeği birbirlerine aşık olurlar. Her bahar diğer çiçekler gibi onlarda açıp güneşe merhaba derler. Fakat bir bahar başlangıcı bu çiçeklerden biri diğerine; "Biz diğer çiçekler gibi bu bahar açmayalım, kışın ortasında herkesin soğuktan kaçtığı karlı günlerde açalım ki, bütün doğa bize ait olsun" der ve ikisi de o bahar açmamaya karar verirler.
Biri açmak için kışın gelmesini ve karın yağmasını beklerken
Diğeri o yaz açar.
O gün bugündür, karda açan ve sevgilisini bekleyen çiçeğe "Kardelen"
Sevgilisini yarı yolda bırakan çiçeğe de "Hercai" denilir.

İşte bu yüzden hayırsız sevgiliye "Hercai" diye hitap edilir...


Siz bunlardan hangisini isterdiniz..??

Zevk ve Kültür... Okumanızı şiddetle tavsiye ederim

Bir milyarderin ağzından yaşam...

Üniversitelerimizde yaptığım söyleşilerde bana en çok para hakkında soru sorulur.
Herhalde iş adamı olduğum için.
Ben, "paranın iki kişiliği vardır" derim.

Birincisi;
para bir değiş tokuş aracıdır.
Para verip yiyecek, giyecek, ev, bark, hatta sağlık satın alabilirsiniz.
İkincisi ile
gelecek korkusunu yenersiniz.

"Yaşlılığımda çaresiz, muhtaç, perişan kalmam, çünkü kötü günler için paramı bir kenara ayırdım" dersiniz.
Ama para ötesi, yani para-üstü bir konu daha vardır. Bunu parayla satın alamazsınız.

Bunun adı zevk ve keyiftir.
Zevk almak, keyif duymak, ancak KÜLTÜR ile mümkündür.
Resimden zevk almak için sergiler bedava, müzik, kaset ve diskler üç otuz para.

Ayrıca konserler de pahalı değil. Tiyatrolar hamburger fiyatına...
Aşk ve sevgi zaten bedelsizdir.
Güneşin batışından, denizin hışırtısından ya da bir satranç oyunundan zevk alabiliyorsanız,
kalenizle bedavaya şah çekebilirsiniz.


Güneşi kaç paraya batırabilirsiniz?
Denizi hışırdatmanın fiyatı nedir?
Yaşlılığınız için biriktireceğiniz kötü gün parası kadar belki ondan da önemli olan bu zevkler ve mutluluklardır.

Bunlara sahip olmak ancak kültürle mümkündür.

Para kazanmaya emek verdiğiniz kadar kültür edinmeye de emek verin !..
İster genç olun, ister yaşlı, yaşınızla barışık değilseniz ihtiyarsınız demektir.

Çok genç ölen yaşlılar olduğu gibi ihtiyar doğanlar da vardır.
Yaşlılar ölüme daha yakın derler.
Ama ölüm nüfus kâğıdı sormuyor.

Şimdiki tutkulu projem, bir ceviz ormanı yetiştirmektir.
Fidanları dikmeye başladım bile.
Ceviz fidanı 8 yıl sonra ağaç olup, ceviz verirmiş.
Şimdi 76 yaşındayım. Yani 84 yaşımda ceviz kıracağım.
Bu kez kendi cevizlerimi...

İshak ALATON

Hayatın riskleri

Gülmek...
"SAFTIR" denme riskini göze almaktır
Ağlamak ise..."DUYGUSAL"görünme riskini...
Birine yakınlaşmak...
"KENDİNİ KAPTIRMA"riskini...
Sevdiğini söylemek...
"SEVİLENİ YİTİRME"riskini...
Duygularını açmak...
"KENDİNİ ORTAYA KOYMA"riskini göze almaktır...
Düşüncelerini söylemek ise...
"DOKUZ KÖYDEN KOVULMA"riskini...
Umutlanmak...
"HAYAL KIRIKLIĞINA UĞRAMA"riskini göze almaktır.
Sevmek ise...
"KARŞILIK GÖREMEME"riskini...
Ama riskler alınmalıdır...
Çünkü hayatımızın en büyük riski
"HİÇ RİSK ALMAMAKTIR"


Çünkü,
YAŞAMAK...
"ÖLME" riskini göze almaktır.

İyi niyetli hatalarım



Hatalar...
Bazen can sıkan, bazen can yakan hatalar...
Bazen eksilten bazense olası olumlu sonuçları nedeniyle çoğaltan hatalar...
Bazen gerip kopartan, bazense gerginlikten sonraki çekimle daha da birleştiren hatalar...
Bazen yıkıcı, bazense yapıcı sonuçlara yol açan hatalar...

Hatalar...
Bazen kötü niyetli, bazen iyi niyetli hatalar...
Bazen nefret dolu, bazense sevgi dolu hatalar...
Bazen kasıtlı, bazense bilmeden, istemeden yapılan hatalar...
Ömrüm boyunca çok hatalar yaptım, sonuçlarından çok dersler aldım...
Bazen azaldım, bazen çoğaldım, çoğalttım...
Hatalarımla hayattan koptum yeri gelince, yeri gelince hatalarımla hayata tutundum...
Hayatı öğrendim düşe kalka...
Yıka döke...
Düşmeden kalkmayı öğrenmek zor...
Yıkmadan yapmayı öğrenmek zor...

Yaşayarak öğreniyor insan...

Hataları ve doğruları yaparak öğreniyor hayatı, ve hayata dair herşeyi...
Kendini ve karşısındakileri bu hatalar ve doğrular ile tanıyor, tanıtıyor...

Büyüklüğü kıstas alırsak en ağır hatalarım kendime karşı olanlar olmalıydı aslında...
Normal koşullarda beni en çok yıpratanların bunlar olması gerekirdi...
Ancak ben karşımdaki kişilere karşı yaptığım hatalarda yıprandım hep...
Onlara zarar verme düşüncesi ile, onları kırıp üzme gerçeğiyle acı çektim...
Kendimle savaştım hep, savaş oklarımın yönü hep beni buldu...
Kendime olan tahammülümü en çok bu anlarda yitirdim...


Hatalar...
Hatalarım...
Özellikle sevdiğim kişilere karşı yaptığım iyi niyetli hatalarım...
Sevdiklerimi üzdüklerim...
Destek olayım derken yaraladıklarım. ..
Yanında durayım derken acı verip karşıma aldıklarım...

İyi niyetli hatalarım...
Sebepleri en başta sevgim...
Sonrasında bazen iyi bazense kötü sonuçlar doğuran empati yeteneğim...
Olan olmayan her türlü olasılığı zihnimde ve duygularımda yaratabilme, yaşayabilme özelliğim...
Sonrasında bazen o olasılıklar arasında yanlış olanlardan birini seçme ihtimalim...
Empati yeteneğim...
İyi niyetli hatalarımın çıkış noktası...
Bir anlığına da olsa karşımdaki gibi düşünme, hissetme çabam...
Ve sonrasında olasılıklar silsilesinde savruluşum...
Çok açılı düşünmeye çalışıp, her açıdan birşeyler alıp ortalamasını bulma ve bunun gerçekliğine inanma yanılgım...
İyi niyetli hatalarım... Karşımdakilere ve hatta bazen 3. kişilere zarar veren hatalarım...
Beni en çok kahreden hatalarım...
Her defasında sarsıldığım ama sonrasında yeniden, durmadan yaptığım hatalarım...
İstesem de çoğu zaman engelleyemediğim, çünkü sevgimin getirisi olan hatalarım...

Ömrüm boyunca hatalarımla, özellikle iyi niyetli hatalarımla üzüp yaraladığım herkesten özür diliyorum...
Ve inanıyorum ki çoğu bu hataları niye yaptığımı biliyordur.. .
Biliyorlardır ki benim sevgim bazen beni bile aşacak şekilde psikopattır.. .
Biliyorlardır ki hatalarımın esas sebebi onları kendimden önce tutuşum,
ve yaralasam bile kendimden korumaya çalışıyor oluşumdur...
Benim sevgim anaçtır, hatta psikopattır.. .
Bağlanırım ve feci sahiplenici olurum...
Bağlandıkça sevgim ve empatim artar...
Özellikle dostlarım ailemden biri gibi olur...
Bazen böyle iyi niyetli hatalar da yaparım...
Sevgi söz konusu oldu mu herşey mübah olur bende...
Benim sevgimi taşımak zordur, ama taşıyabilene de her zaman açıktır...

Kim mi yazmış bunu?
Ben, sen,o, herhangi biri..
Hatalarıyla çoğalan, büyüyen biri..

Bir şeyler Yapsak Diyorum...


BİR ŞEYLER YAPSAK DİYORUM DAHA ÖNCE YAPMADIĞIMIZ;
SABAHA KARŞI BİR TERAS KATINDA,
ŞARAP İÇSEK MESELA......
BİR AKŞAM FİLM İZLESEK ,SİNEMA DA DEĞİL AMA,
YUMUŞACIK BİR KOLTUKTA... 

VİVALDİ DİNLESEK BİRLİKTE...GÜRÜLTÜ, PATIRTI ORTASINDA.
BİRŞEYLER YAPSAK DİYORUM DAHA ÖNCE YAPMADIĞIMIZ;
AĞLASAK BİRBİRİMİZE SARILIP
YADA GÜLSEK SAÇMA SAPAN ŞEYLERE,
LUNA PARKA GİTSEK, BALON UÇURSAK GÖKYÜZÜNE .
ADINI BİLMEDİĞİMİZ KENTLERDE 

ADINI BİLMEDİĞİMİZ İNSANLARA SEVGİYİ,DOSTLUĞU ÖĞRETSEK.....
BİRŞEYLER YAPSAK DİYORUM DAHA ÖNCE YAPMADIĞIMIZ;
BİR DENİZ KASABASINDA TÜKETSEK ÖMRÜMÜZÜN KALANINI ,
KIYILARDA ÇAKIL TAŞI TOPLASAK ,
DENİZ YILDIZLARININ KOLLARINI KOPARSAK
SONRADA OTURUP SAATLERCE O YILDIZIN YENİLENMESİNİ BEKLESEK...
KABUKLARI KULAKLARIMIZA DAYAYIP
RÜZGARIN ÇIĞILTISINI DİNLESEK , 
KUMLARA SARAYLAR YAPSAK O SARAYLARDA YAŞASAK .
BİR BİLET ALSAK YAKIN BİR KENTE
AMA BİR ÇOK UZAKLARA GİTSEK GİDEBİLSEK MESELA ...........
BİRŞEYLER YAPSAK DİYORUM DAHA ÖNCE YAPMADIĞIMIZ;
BİR ORMAN OLACAK KADAR AĞAÇ DİKSEK
KISIR DAĞLARIN ETEKLERİNE
AVUÇ AVUÇ SU TAŞIYARAK GÖL YAPSAK
BİR GECE UYUSAK ERTESİ SABAH GÜLÜMSEYEREK UYANSAK......
DÜŞLER GÖRSEK RENGARENK ONLARI HAYRA YORSAK
BİR ŞEYLER OLSAK SİZİNLE;
ÇOCUKLARA ANLATILACAK BİR MASAL,
BİR GİTARA NOTA,
BİR ÇİÇEĞE BAHÇE,
BİR AĞIZA ÇIĞLIK,
DÜŞMAN BİR YÜREĞE SEVGİ OLSAK, 
BİR MEKTUP OLSAK MESELA,
BİR FİLM,
SERGİDE BİR FOTOĞRAF,
TUVALDE DAHA ÖNCE KEŞFEDİLMEMİŞ BİR RENK,
KALIN BİR KİTAPTA ÖN YAZI OLSAK DİYORUM
İKİMİZ
BİR ŞEYLER OLSAK SİZİNLE
DAHA ÖNCE OLMADIĞIMIZ; 
BEŞİNCİ MEVSİM GİBİ KIŞBAHAR,
SEKİZİNCİ GÜN GİBİ PERŞEMBE ERTESİ,
YİRMİBEŞİNCİ SAAT OLSAK ,
BİR ŞEYLER OLSAK SİZİNLE
SİZ; SEN OLMASAN
BEN; DE BEN OLMASAM
SİZİNLE LE DİYORUM,
SİZİNLE ARTIK " BİZ " OLSAK DİYORUM...
PAYLAŞSAK BURDA PAYLAŞABİLDİĞİMİZ NE VARSA

SIRASI GELİNCE...


BİR ŞEYİ YAPMANIN SIRASI ONU YAPMAK İSTEDİĞİN ANDIR.
ZAMAN AYARINI TERS KULLANMIŞSAN ZATEN TOZ OLUR GİDERSİN.
YOK TERS KULLANMAMIŞSAN, 'ŞİMDİ SIRASI MIYDI'
DİYENLERE UZAKTAN NANİK YAPARSIN.
SIRASINDA MI DOĞUP ÖLÜYORUZ Kİ, HER ŞEYİ SIRASINDA YAPABİLELİM...

Başarırsan 'sırası', başaramazsan 'sırası değildi' oluyor ve insanlık böyle bir
çalkantı içinde akıp gidiyor.

Çetin ALTAN

Seni sen yapan,seni insan yapan...

 
Bir yer olsun,sadece senin gidebildiğin;gidebilmek veya gidebileceğini bilmek kalmayı kolaylaştırır!
Bir yolun olsun,sadece sen git,kimse bilmesin;yol bildiklerini yeniden öğrenmek,öğrendiklerini temize çekmek gibidir...
Bir kapın olsun sadece senin açıp,girdiğin;kapı düştür,sadece senin gördüğün...
Bir penceren olsun,sadece senin bakabildiğin;pencere,dışında kalmaktır bazen gerçeğin ve herşeyin...
Bir odan olsun,sadece senin yaşayabildiğin;oda anne karnı gibidir,beslendiğin...
Bir çiçeğin olsun,sadece senin suyunu verdiğin;çiçek;bir hayaldir senin kurduğun... 

Bir şarkın olsun,ıslıkla bile sadece senin çalabildiğin;şarkı yaşatmak gibidir,yaşamak bildiğin...
Bir şiirin olsun,sadece senin ezbere bildiğin;şiir ruhun demektir,"bedenim"dediğin...
Bir kitabın olsun başucunda,sadece senin okuduğun;bin kez okumuş da olsan bir kez daha seni okumaya çağıran...
Bir oyuncağın olsun,çocukluğundan kalan;oyuncak;sana her zaman masumiyeti hatırlatır...
Bir oyunun olsun,en çok kendi kendine oynanan;oyun,seni senden uzaklaştırırken sana seni yaklaştıran...
Bir kağıdın olsun,sadece sen tarafından karalanan;
kağıt,karalandıkça seni sana anlatan ve hiç tamamlanmayacak bir resim olan...
Bir yemeğin olsun,sadece kendin yapabildiğin;
yemek,tuzunuda unutsan yemek yapmak,yapabilmeyi bilmektir,seni sana güldürüp,seni sana inandıran... 

Bir hatıran olsun,sadece sen ol içinde;
bir hatıra,seni utandırdıkça yaşamın bir an olmadığını ama bir an'ın yaşamda nelere mal olabileceğini duyumsatan...
Bir yaran olsun,kendi kendini acıttığın;
yara,sarılabildiğin tek gerçeğin aslında hüzünle kanayıp duran yaran olduğunu anlatıp duran...
Bir hayal kırıklığın olsun sadece sana ait;
hayal kırıklığı,yaşadığında yoluna devam edip yeniden hayal kırıklığı yaşayabileceğini öğreten...
Bir fotoğrafın olsun,tek başına senin olduğun bir kare;
fotoğraf,baktıkça o "an"lık donmuşluk üzerinde nelerin canlandığını anlatan...
Bir tarihin olsun,senin ve sana ait;
tarih,nasıl milattan öncesi ve sonrasıyla tarihse sana yeniden ve nasıl başladığına ışık tutan...
Bir kez hiç bilmediğin,hiç kimsenin önemsemediği,uzmanlığının dışında birşeye odaklan; 


hiç bilmediğin,hiç kimsenin önemsemediği sana yeni yerler,yeni yollar,yeni kapılar,
yeni pencereler,yeni odalar,yeni çiçekler,yeni şarkılar,yeni şiirler,yeni oyuncaklar,yeni kitaplar,yeni oyunlar,
yeni kağıtlar,yeni yemekler,yeni hatıralar,yeni yaralar,yeni hayal kırıklıkları,yeni fotoğraflar,
yeni tarihlerin cazibesi ve arzusu coşturucu içlerinde saklı sabahlar sunacaktır...

Ayrıca hep bir gülümsemen olsun,sadece sana benzesin;
gülümseme sadece insanın yüzüne yakışır,sana yakışmayacağını düşünmek en büyük yanılgıdır... 


Ve arada bir,bir damla gözyaşını esirgeme kendinden,
sadece sana ait olan ve senden olan gözyaşın,seni sen yapan,seni insan yapan ilahi bir armağandır! 

 

Mutluluk Nedir Sizce?

Bugün; bütün ağaçlar yüreğimdeydi.
Bütün çiçekler gözlerimde.
Güneş, ışıklarını dudaklarıma kondurmuştu.
Neydi kanımı kaynatan bu güzelliğin adı?
Mutluluk muydu? 

Bugün,
Ne varsa hüzünden yana
denize fırlattım az önce.
Sanki beklermiş gibi hepsini,
hop hop hoplatıverdi dalgalarında.
En güzel maviliğiyle oynaşıp durdu.
"Bak" dedi "fırlattığın hüzünlerine...
İşte; onların bendeki hükmü sadece bu!" 

Sonra, şakalaşırcasına
bir kaç tuzlu damlasını
sıçratıverdi yüzüme.
Gülümsedim mahcup mahcup,
onun bu neşesine...
Duruldu.
Bir deniz yıldızı bıraktı avuçlarıma.
Yoksa mutluluk bu muydu? 

Herkes kalabalıkken,
içimdeki yalnızlığı
alıp, gidiverdi sihirbaz martılar!
Bir de arkasından o bildik
şen kahkahalı bağırışmalar!
Hiç bu kadar güzelini görmemiştim.
Beyazmış meğerse
beni, onlarla bütünleştiren mucize!
Kanat çırpa çırpa,
yüreğimdeki isyanları uçurdular...
Yaşamaktan aldığım tad; işte buydu!
Yoksa mutluluk bu muydu? 

"Sen mutluluğun resmini
çizebilir misin Abidin?"
Evet... Adım İNSAN...
Ya, tabii ki, çizerim! 

Az önce;
ağaç oldum,
çiçek oldum,
güneş oldum,
deniz oldum,
martı oldum,
ölümsüzleştim...
Meğerse, hep
yanıbaşımdaymış
bu güzel resim!
Ben çizdim. Adı umudum'du!
Yoksa tüm umutlarım
beni hiç terketmeyen
mutluluğum muydu? 

Mutluluk,
hepimize sadece
kendi çizdiğimiz resimler
ve uzaklıklar kadar
yakındır! 

Nedret Türer

Bayanlar, Bir köpek satın alın :)


• Spor sayfasını koparmadan ve gazeteyi buruşturup atmadan, ilk önce size getirecek birini istiyorsanız…
Bir köpek satın alın!
• Eve her gelişinizde seviçten deliye dönen bir dost istiyorsanız...
Bir köpek satın alın!
• Önüne ne koysanız yiyecek ve annenim yaptığı daha iyi idi demeyecek bir arkadaş istiyorsanız..
Bir köpek satın alın!
• Sizinle her zaman çıkmak isteyecek, saati günü süreci umursamayacak bir arkadaş arıyorsanız…
Bir köpek satın alın!
• Televizyon kumandasına hiç dokunmayacak,futboldan zevk almayacak, ve romantik bir film boyunca yanınızdan ayrılmayacak bir dost istiyorsanız..
Bir köpek satın alın!
• Ayaklarınızı ısıtmak için yatağa yatacak ve horladığı anda oda dışına atabileceğiniz bir arkadaş arıyorsanız…
Bir köpek satın alın!
• Sizi hiçbir zaman eleştirmeyecek ve güzel veya çirkin olun hep sizinle olacak bir dost arıyorsanız…
Bir köpek satın alın!
Sizi şişman zayıf, yaşlı genç olun sevecek bir arkadaş arıyorsanız..
Bir köpek satın alın!
• Her sözünüzü dinleyen ve hemen yerine getiren ve sizi aynı derecede sonsuza dek sevecek bir dost istiyorsanız…
Bir köpek satın alın!

• Ancak diğer bir yandan, sizin çağrınıza hiçbir zaman cevap vemeyen, eve geldiğinizde sizi umursamayan, saç ve tüylerini her yere bırakan, aldırmadan sizin üzerinizden geçen çiğneyen, gece dışarı çıkan ve bazende dönmeyen, eve yalnızca yemek yemek ve uyumak için uğrayan, keyfine göre takılan ve yaşamaın sanki sadece onun etrafında dönüyormuş gibi davranan birini arıyorsanız…işte o zaman…

O zaman bayanlar, bir kedi satın alın!

Pardon….Siz ne sanmıştınız ki !?

Neden 5 parmak

Bugün embriyon bilimcilerin üzerinde en çok kafa patlattıkları konulardan biri de,
parmakların hangi nedenlerle evrim geçirdiği...
Bir grup bilim adamı Darvinci ve maddeci yaklaşımla "çevrenin evrimi zorladığı"nı savunurken;
bir diğer grup bilim adamı da "çevre koşullarını parmağın anatomik evriminin belirlediği"ni ileri sürüyor.
Bu ikinci grupta daha çok embriyolojistler yer alıyor ve onlar genetik belirlemeye daha önem veriyorlar.

Neden 5 parmak

Bundan tam 360 milyon yıl önce, 1 metre uzunluğundaki bir balık, suların aniden alçalması nedeniyle,
kendisini karada bulmuş ve insanlık tarihinin ilk "adımları"nı atmıştı. Çünkü "Acanthostega" isimli bu balık,
solungaçlarından ve kuyruk yüzgeçlerinden başka, ayaklara da sahipti...
Ama işin asıl ilginç yanı, bu ayaklarında tam 8 tane parmak bulunuyordu.
1987 yılında Groenland Adası'ndaki kızıl çakıl taşlıklarında bulunan Acanthostega fosili,
bugün paleontoloji bilimindeki birçok veriyi altüst ediyor

Neden 5 parmak




Neden 5 parmak
"Acanthostega", başlangıçta 5 değil 8 parmağa sahipti
Bu hayvanı paleontoloji açısından son derece önemli kılan ilk neden
"yeryüzünün bilinen en eski dört ayaklı canlısı" olmasıydı...
Ayrıca, yüzgeçli balıklarla sürüngenler arasındaki evrim zincirinin de tek örneğiydi...
Bu hayvanın fosili bulunana kadar dört ayaklı canlıların başından beri 5 parmağa sahip oldukları;
ama bunların bir bölümünü daha sonradan yitirdikleri varsayılıyordu.
Oysa "Acanthostega", başlangıçta 5 değil 8 parmağa sahipti.
Tıpkı, başlangıçta 7 parmağa sahip olan "Ichtyostega" isimli balık ve yine başlangıçta 6 parmağa sahip olan
"Tulerpeton" sürüngeni gibi...
Bu durumda, "dört ayaklı canlıların baştan 5 parmaklı olacağı" kuralı tartışılmaz niteliğini yitiriyordu.
Bugün bilim, "Acanthostega" gibi atalarımız kabul edilen tüm hayvan­ların şu anda sahip olduğumuz par­mak
sayısından fazla parmağa sahip olduklarını kanıtlıyor.
İnsanoğlunun 5 parmaklı olması kesinlikle evrim içinde bir tesadüf...
Bunun, insanın genetik programlanmasıyla hiç bir alakası yok...
Ayak anatomisinin kro­mozomlarda yazılı olduğu bir gerçek ama bir el ya da işaret parmağı geni diye
birşey sözkonusu değil...

Neden 5 parmak


Parmakların sayısını belirleyen genler değil
Bilindiği gibi, omurgalılarda or­ganların mimar genleri ya "homeogenler" ya da "Homeobox"un kı­saltılmışı olan
"Hox genleri"... Bu gen kompleksleri, parmakların yanısıra; kolun, önkolun, bileğin embri­yon gelişimini kontrol ederken,
aynı zamanda üreme aygıtının, yemek bo­rusunun, beynin ve omuriliğin de ör­gütlenmesini belirliyorlar.
Kısacası elin evrimi, vücudun geri kalan bölü­münün evriminden bağımsız bir olay değil...
Çünkü, sudan çıkan ilk canlı­lar karada yürümek için ayaklara na­sıl ihtiyaç duydularsa,
yerçekiminden kaynaklanan basınca direnmek için de belli bir kemik yapısına ve açık havada üremek için de yeni
üreme organlarına ve mekanizmasına ihti­yaç duymuşlardı.
Üstelik bu ikinci ve üçüncü ihtiyaçlar karada yaşam için daha kaçınılmaz ve önemliydi.
Parmakların sayısı ise, anatomik ev­rimin basit bir sonucundan başka bir şey değildi.
Nitekim Ganj Nehri'nde yaşayan zebra balıkları, insanoğlu ve fare ile aynı "Hox genlerine" sahip­ler,
ama bu genetik potansiyellerine rağmen, kullanım ihtiyaçları olmadı­ğı için 5 parmağı geliştirmiş değiller...
Yani, evrim içinde, parmakların sayısını belirleyen genler değil, onla­rın kullanım ihtiyacının yönlendirdi­ği
anatomik evrim...

Neden 5 parmak


Tartışma: 5 parmaklılığımız değişmez mı?
İlk canlıların sudan çıkmalarını iz­leyen 30 milyon yıl içinde, organlar, evrimin zorunlulukları çerçevesinde biçimlendiği
ve 5 parmak oluşumu­nun da bu süreç içinde sabitlendiği konusunda hemen hemen bütün bilimadamları anlaşıyorlar.
Tartışma ise 5 parmaklılığımız değişmez (sabit) mi yoksa genel bir kural mı olduğu nok­tasında yoğunlaşıyor.
Paleontologlar. Darwinci düşünceye daha yakın bir tavrı benimsiyorlar.
Onlara göre, hayvanlar dünyasındaki çeşitliliği gözönüne alırsak, 5 parmaklılık sabitleşmiş, değişmez bir olay değil,
sadece bir kural...
Örneğin sinek ba­lıkları, balinalar ve boa yılanları dört ayaklı canlılar...
Yani temel özellik­leri, her birinde 5 parmak bulunan 4 ayağa sahip olmaları...


Neden 5 parmak

5 parmağa sahiptiler ama bazı türler­de bu sayı evrimin zorlaması sonucu giderek azaldı
Ancak bu, teoride geçerli olan bir kural...
Çünkü balina, boa yılanı ya da sinek balıkları fizyolojik olarak bugün bu tanıma uymuyorlar,
Aynı şekilde kuşlar bugün 3 parmağa sahipler...
Embriyon gelişmelerinin bel­li bir noktasında 1. ve 5. parmaklarını yitirdiler.
Yine, başlangıçta dört ayaklı olan yılanlar da evrimleri sıra­sında ayaklarını tümden yitirmişler.
Kısacası dört ayaklılarda 5 parmağın varlığı sabit değil...
Sadece bir ku­ral...
Ama evrimlerinin başlangıcın­da dört ayaklılar, büyük bir olasılıkla 5 parmağa sahiptiler ama bazı türler­de
bu sayı evrimin zorlaması sonucu giderek azaldı.
Bunun en mükemmel örneği, dört ayaklı, tek parmaklı bir hayvan olan at...
Oysa 60 milyon yıl önce, atın atası sayılan "Eohippus"un boyu sadece 35 santimdi ve ön ayaklarında 4.
arka ayaklarında 3 parmağı vardı.
Daha sonra boyu 10 santim uzadı "Mesohippus" adını aldı. "Mesohippus "un hem Ön hem arka ayaklarında bu kez
sadece 3 parmak bulunuyordu, ama bunlardan bir tanesi diğerlerine oranla daha gelişmişti.
Bugünkü at türü olan "Equus"dan bir önceki aşamada görülen "Pliohippus" örneğinde ise,
par­maklar arasındaki bu farklılaşma iyice su üstüne çıktı.
Ortadaki parmak iyice büyüyüp gelişirken, yan par­maklar giderek küçülmüş ve geriye doğru kaymıştı.
Çağdaş at türü olan "Equus"da ise artık nal çakılan tek bir parmak var...
Şimdi, bilimadamları şu bilmeceyi çözmekle uğraşıyorlar?
Atın dörtnala gitme isteği mi parmaklarının oluşumunu etkiledi;
yoksa parmak­ların bu evrimi mi, ata dörtnala koş­ma yeteneği sağladı?
Bu bilmece hala çözmüş değil….

Neden 5 parmak


Son ortaya çıkan or­ganlar, ilk yok olup giden or­ganlar oluyor...
Ya baş parmak yok olacak ya da 6. parmak yolda.
Bütün bu karışıklığa rağmen elimizin evrimi konusunda bazı öngörüşler ileri sürülebiliyor
Çünkü, embriyolojide temel ve değişmeyen bir kural sözkonusu;
Son ortaya çıkan or­ganlar, ilk yok olup giden or­ganlar oluyor...
Bu bağlamda eğer evrimin bir ileri aşaması parmak yitireceksek, bu en son ortaya çıkan başparmağımız olacak.
Oysa başparmak, fonksiyonel açıdan yeri doldurulmayacak bir öneme sa­hip...
Öte yandan, bilimadamları bir 6. parmakla donatılmamızın da mümkün olduğunu söylüyorlar.
Çünkü, parmaklar elin o bölgesinde­ki kıkırdağımsı bir yaydan çıkarak oluşuyorlar.
Bu yayın genişliği par­makların sayısını belirliyor.
Bilima­damları genlerimizin şu anki evrimi­ni dikkate aldıklarında, bu kıkırda­ğımsı yayın büyümekle olduğunu ve
birkaç milyon yıl sonra bir 6. parma­ğı doğuracağını vurguluyorlar.
Ünlü matematikçi Georges Ifrah'a göre, 6. parmağın milyonlarca yıl sonra gerçekleşmesi kesinlikle bir şanssızlık...
Çünkü, eğer bugün bir elimizde 6 parmak olsaydı toplam 12 parmağı­mız olacaktı.
Bu durumda, 2'ye, 3'e. 4'e ve 6'ya bölünebilen parmaklarımızla çok daha etkili hesaplar yapabilecektik.
Oysa bugünkü ondalık parmak sistemimiz sadece 2'e ve 5'e bölmeleri müm­kün kılıyor...



Focus dergisi Eylül 1998 sayısında yayınlanan "Neden 5 Parmak?"
başlıklı yazıya paragraf başlıklar ilave edilerek derlenmiştir.

Dostluk adına

Dostluk, gereğince tanımlanamazlardandır ve ancak, yaşamakla anlaşılır.Bu yüzden dostluk, şiir gibi, aşk gibi anlatılmaz yaşanır.Dahası bir ucu şiire düşer dostluğun bir ucu aşka. Şiiri ve aşkı bilmeyen bilemez dostluğu, dost olmayınca da şiiri ve aşkı. Ucuz arkadaşlıkları dost olmak sananlar, kandan öte can kardeşliği olarak gelen dostlukları anlayamaz.
Okkalı bir yürek taşımayan, o yüreği her dem dağıtıp, toplamayan tadamaz onu.
Çünkü şiirin ve aşkın barınmadığı yerde dostluk barınmaz. Ne dini ne dili ne cinsi ne de kavmiyeti vardır dostluğun. Bir köprü gibi kurulur coğrafyalar arasına. Arzın bir ucunda yanan ateşte, yanar kavrulur öteki ucunda. Ayağa adım olur, dile söz olur, yaraya merhem, omuza dokunuş olur,Yeter iki eli kanda olsa. Dost, saklayandır, sırtlanandır, paylaşandır. Dostluk iki dünyayı tutan bir yemin, sonuna kadar sadakat,
Sonuna kadar kefillik ve şahitliktir. Dostluk gören ve gösteren bir aynadır.Her dostluk dilini kendi kurar, imtihanı ve icazeti kendindendir.Dostluk aynı yerde durmak değildir belki. Daha çok, aynı yöne bakmak, aynı yöne yönelmek ve yürümektir. Bazen yollar dost kılar insanı, bazen dostluklar yola koyar.Dostluk bir yoldur. Gerçek dost yarı yolda koymaz, Nasıl yarı yolda koymazsa gerçek aşklar. Dost istenilmez, olunur. Çünkü her kadının başka bir Leyla oluşu ve farklı bir okla vuruşu gibidir dostluk,Tarifesiz bir mektup gibi gelir. Dostluk belli bir mahremiyetin eritilip aynı kaba dökülmesiyle oluşan,
Ortak bir mahremiyettir. Her mahremiyet gibi dostluk da soruların, kelimelerin ve sözlerin bittiği yerdir, Şiir gibi, aşk gibi....

Dost, deniz kıyılarındaki taşlara benzer,önce birer birer toplarsın. Sonra yavaş yavaş atmaya başlarsın. Yanlız bazılarını atmaya kıyamazsın.
Sen Atmaya kıyamadıklarımdansın...
__________________
Zaman...
bazen her zamandır,
Bazen hiçbir zaman!..
Bazen dersin bitsin bu zaman,
Bazen biraz daha zaman
Ama.......
Her zaman hayattır zaman!.....


herkes birine sevdalı,ama çok azı birbirine sevdalı...


"Bir gülüş kadar içten...
Bir gülüş kadar gerçeğim
Kim olduğum, ne olduğum önemli değil,
Kendimi ifade edebildiğim yerdeyim...
Sevildiğim kadar değil Sevebildiğim kadar Değerliyim!!!


Kötü karakterli bir genç varmış.
Bir gün babası ona çivilerle dolu bir torba vermiş.
" arkadasların ile tartısıp kavga ettigin zaman her sefer bu tahtaperdeye bir çivi çak" demiş.
Genç, birinci (ilk) günde tahtaperdeye 37 çivi çakmış.
sonraki haftalarda kendi kendine kontrol etmeye çalısmıs ve geçen her günde daha az çivi çakmıs.
Nihayet bir gün gelmis ki hiç çivi çakmamıs.
Babasına gidip söylemis.
Babası onu yeniden tahtaperdenin önüne götürmüs.
Gence "bugünden baslayarak tartısmayıp kavga etmedigin her gün için tahtaperdelerden bir çivi çıkart (sök)"demis.
Günler geçmis.
Bir gün gelmis ki her çivi çıkarılmıs.
Babası ona "aferin iyi davrandın ama bu tahtaperdeye dikkatli bak.
Artık çok delik var.
Artık geçmisteki gibi güzel olmayacak" demis.
Arkadaslarla tartısıp kavga edildigi zaman kötü kelimeler söylenilir.
Her kötü kelime bir yara (delik) bırakır.
Bir çatalı bir arkadaşına sokabilirsin ve çıkartabilirsin,
Arkadasına bin defa kendisini affettigini söyleyebilirsin ama bu delik aynen kalacak(kapanmayacak).
Bir arkadas ender bir mücehver gibidir.
Seni güldürür yüreklendirir sen ihtiyaç duydugunda yardımcı olur seni dinler sana yüregini açar" demis.

her daim gerçek dost bulmanız dileklerimle ...........................................

Eylül...


Fersude sonbaharların giriş kapısı...
İlk yaz rüzgârından alınmış bir hızla savrulan düşüncelerin, hoyrat hayallerin ve avare zamanların yorgunluğu,
kırgınlığı, pejmürdeliği içinde yeniden derlenip toparlanması gereken hayatın rengi...
Ve yeniden başlamanın yorgun ritmini hatırlatan yağmurlar...
Bölük pörçük hatıralar, kırık dökük sevinçler...
Şiir kılığında gelen acı...

Eylül işte; nâm–ı diğer, hüzün... 





Eylül...
Her şair için ayrı bir Leyla; kurşunî gelinlikler giyinip de gelen...
Dilemmaların çıldırtıcı sükunu bir yanda;
ve bir yanda sislerin ve buğuların ardından sökün edip yürümüş sancıların ilhamı...
Katar katar uzaklaşan kuşların kanatlarına yüklenen son arzular kadar umutsuz ve beklenesi...

Eylül işte; nâm–ı diğer, pişmanlık... 





Bilmiyorum, siz bu yazıyı okurken yağmur yağıyor olacak mı?..
Belki yapraklar savruluyordur şimdi bulunduğunuz şehirde; belki sular kararıyordur yavaş yavaş...
Altın kızılı bir gurubun soyunmuş dalında çifte kumruları seyrediyorsunuz belki de...
Bir sanatoryum bahçesinde gezinen uzun saçlı, zayıf ve genç iki kaderdaştır belki ikindiler ve yağmurlar...
Belki sizin kentin huzurludur akşamları, belki de alaca düşmüş gecenin bir yüzünde
siyah tırnaklarını ruhunuza geçirmeye çalışan ifritler dolaşır...

Eylül işte; nâm–ı diğer melal... 





Tenha yollar, aşınmış günler, hayata dar gelen arzular ve kanadı kırık kuşlar...
Tabiatın birden uyanıp gerçeği gören yüzü...
Kıymeti bilinmeyen lezzetin çamurlara bulaşmış sarı bir acılık tarafından istilasına karşı şaşkınlık...
Acıların beyhude, sevinçlerin zavallı, mutlulukların fanî olduğunu anlamanın dehşeti...

Eylül işte; nâm–ı diğer, ölümün rengi... 



Eylül... Yaşanmamış mevsimlerin en gerçeği...
Uçuk benizli koşuşturmacalar, yeniden kurulan defter–kitap pazarı...
Eski okul çantasına kalem yerine ancak gözyaşını koyarak okula giden minik adımlar...
Yoksul mahallelerde gitgide çamurlanacak karanlık sokaklar...
Camlara mıhlanıp 70 yıllık muhteşem bir sükût ile yolları seyreden kırçıl hatıralar...
Ciğer paresini okula eksik kitapla gönderen annenin yüreğindeki çizik...
Para etse canını da verir ama...

Eylül işte; nâm–ı diğer, acının mührü...

Harika bir baba hikayesi


Evlendiğinden beri evinde kalan babası yüzünden eşiyle sürekli tartışıyordu. Eşi babasını istemiyor ve onun evde bir fazlalık olduğunu düşünüyordu. Tartışmalar bazen inanılmaz boyutlara ulaşıyordu. Yine böyle bir tartışma anında; eşi, bütün bağları kopardı ve "Ya ben giderim, ya da baban bu evde kalmayacak" diyerek rest çekti... Eşini kaybetmeyi göze alamazdı.

Babası yüzünden çıkan tartışmalar dışında mutlu bir yuvası, sevdiği ve kendini seven bir eşi ve birde çocukları vardı. Eşi için çok mücadele etmişti evliliği sırasında. Ailesini ikna etmek için çok uğraşmış ve çok sorunlarla karşılaşmıştı. Hâlâ onu ölürcesine seviyordu.

Çaresizlik içinde ne yapacağını düşündü ve kendince bir çözüm yolu buldu. Yıllar önce avcılık merakı yüzünden kendisi için yaptırdığı kulübe tipi dağ evine götürecekti babasını. Haftada bir uğrayacak ve ihtiyacı neyse karşılayacak,böylelikle eşiyle de bu tür sorunlar yaşamayacaktı.

Babasına lâzım olacak bütün malzemeleri hazırladıktan sonra yatalak babasını yatağından kaldırdı ve kucakladığı gibi arabaya attı. Oğlu Can, "Baba bende seninle gelmek istiyorum" diye ısrar edince onu da arabaya aldı ve birlikte yola koyuldular.

Karakışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk vardı. Kar ve tipi yüzünden yolu zor seçiyorlardı. Minik Can, sürekli babasına "Baba nereye gidiyoruz ?" diye soruyor ama cevap alamıyordu. Öte yandan; nereye götürüldüğünü anlayan yaşlı adamsa gizli gizli gözyaşı döküyor oğlu ve torununa belli etmemeye çalışıyordu.

Saatler süren zorlu yolculuktan sonra dağ evine ulaştılar. Epeydir buraya gelmemişti. Baraka tipindeki dağ evi artık çürümeye yüz tutmuş, tavan akıyordu. Barakanın bir köşesini temizledi hazırladı ve arabadan yüklendiği yatağı oraya itina ile serdi.Sonra diğer malzemeleri taşıdı en son da babasını sırtlayarak yatağa yerleştirdi.

Tipi, adeta barakanın içinde hissediliyordu. Barakanın içinde fırtına vardı adeta. Çaresizlik içinde babasını izledi. Daha şimdiden üşümeye başlamıştı.Yarın yine gelir bir yorgan ve birkaç battaniye getiririm diye düşündü.

Öyle üzgündü ki, dünya başına göçüyor gibiydi. O, bu duygular içindeyken babası, yüreğine bıçak saplanmış gibiydi. Yıllarca emek verdiği oğlu tarafından bir barakaya terk ediliyordu. Gururu incinmişti, içi yanıyordu ama belli etmemeye çalışıyordu. Minik Can ise olanlara hiçbir anlam veremiyordu. Anlamsızca ama dedesinden ayrılacak olmanın vermiş olduğu üzüntüyle sadece seyrediyordu.

Artık gitme zamanıydı. Babasının yatağına eğildi, yanaklarını ve ellerini defalarca öptü.Beni affet der gibi sarıldı, kokladı. Artık ikisi de kendine hakim olamıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Buna mecburum der gibi baktı babasının yüzüne ve Can'ın elini tutup hızla barakayı terketti. Arabaya bindiler.

Can yola çıktıklarında ağlamaya başladı, neden dedemi o soğuk yerde bıraktın diye. Verecek hiçbir cevap bulamıyordu, annen böyle istiyor diyemiyordu.

Can: "Baba, sen yaşlandığında ben de seni buraya mı getireceğim?" diye sorunca dünyası başına yıkıldı. O sorunun yöneltilmesiyle birlikte deliler gibi geri çevirdi arabayı. Barakaya ulaştığında "Beni affet baba." diyerek babasının boynuna sarıldı. Baba oğul sıkı sıkı sarılmış çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı.

Oğlu: "Baba beni affet! Sana bu muameleyi yaptığım için beni affet!" diye hatasını belli ediyordu...Babası oğlunun bu sözlerine en anlamlı cevabı veriyordu..."Geri geleceğini biliyordum yavrum. Ben babamı dağ başına atmadım ki, sen beni atasın... Beni bu dağda bırakamayacağını biliyordum.

İnat


Ne kadar inatçı biri olduğu konusunda yarışa giren üç arkadaş sonunda bir karara varır.Sırası gelen en çok inat ettiği bir anısını anlatacaktır.

Birinci: — Bir gün evi telefonla aradım, hanım alo demedi, ben de cevap vermedim, telefon sabaha kadar açık kaldı.
İkinci: — O da bir şey mi? Ben bir gün eve geldim, kapıyı çaldım, hanım kimsin demedi, ben de kim olduğunu söylemedim, sabaha kadar kapının önünde yattım..
Üçüncü inatçı: — Ohoo. O da bir şey mi!! Biz evlendiğimizde karım bana dokunmadı diye bende ona dokunmadım ve hala daha da dokunmuyorum..

İki inatçı birden; — Olur mu yahu! Zaten sizin iki tane çocuğunuz var !!
— İnat ettim. Onları da sormadım!